Zor günlerden geçiyoruz. Demokrasinin tüm kural ve kurumlarının dışlandığı bir ‘tek adam rejimi’ karşısında umutlarımızı taze tutmamız, her zamankinden daha dirençli olmamız gereken günlerden…
Sanat dünyamız, ‘yeni rejim’in ilk gününde bir kararname ile sarsıldı. Devlet Tiyatroları ile Devlet Opera ve Balesi tüzel kişilikleri ortadan kaldırılarak, Cumhurbaşkanlığı’na bağlanıyordu. Ne var ki, daha birkaç gün geçmeden, durum başka bir kararname ile değişiyor, iki kurum yeniden Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlanarak, tüzel kişilikleri iade ediliyordu. Görünen tek değişiklik, Genel Müdürlerin sanatçı (ya da öğretim üyesi) olması zorunluluğunun kaldırılması. Anlaşılan o ki, artık herkes Genel Müdür olabilecek ‘yeni rejim’de. Örneğin, bir iş insanı... Sanat kurumlarımızı birer ‘işletme’ olarak değerlendirebilecek, ‘tehlikeli eğilimler’i olmayan herhangi bir yurttaş…
'Reis'in, ne zamandır kültür ve sanat alanındaki iktidarı ele geçiremediklerinden yakındığını biliyoruz. Bu kararla, sanat kurumlarımızın, ‘devletin ideolojik aygıtları’ olarak daha etkin görev yapacakları düşünülmüş olmalı. ‘Kullanışlı’ bir Genel Müdür’ün atanmasının ardından, ideolojik çerçeveyi çizecek yandaş yazarlardan oluşacak bir Edebi Kurul’un oluşumu ve ‘her derde deva’ bir repertuvarın açıklanması gelecektir. Rejimin ‘milliyetçi-muhafazakar’ ruhunu besleyecek birkaç oyunun yanında, serbest piyasacı anlayışa uygun yerli-yabancı popüler/popülist yapımlar…
Yeni dönemde, ‘kültürel iktidar’ı ele geçirmek için, sanatçılar arasından ‘yandaş’ devşirmenin yolları aranacak, ihsanlar, ulufeler eksik edilmeyecek… Ellerindeki imkanlar -özel tiyatrolara destek, kamu tiyatrolarına sanatçı alımı, ihaleler, TRT’de ve yandaş kanallarda iş imkanları- bazı sanatçıların gözünü boyamaya yeterli olabilir. Her dönemde benzerleri görülmüştür bunların… Geride kalanların ise, suskun kalmaları yeterlidir!
Ne var ki, yılgınlığa ve teslimiyete direnen sanatçıların da varlığından haberdarız. İstanbul Şehir Tiyatroları ile ilişiği kesilen Ragıp Yavuz’lar, Levent Üzümcü’lerden, sahneledikleri oyunların seyirci ile buluşmaları engellenen Barış Atay’lar, Genco Erkal’lara, Yenikapı Tiyatrosu gibi topluluklara... Cumhurbaşkanı’na hakaret suçlaması ile verilen mahkumiyeti, ‘yeni rejim’in ilk günlerinde Yargıtayca onaylanan Zuhal Olcay’dan, kim bilir kaçıncı kez benzer suçlamalar ile yargı karşısına çıkartılan Orhan Aydın’a… Onlardan ve konserlerinin önüne engeller çıkartılan Grup Yorum’dan, Fazıl Say’dan bu kadar nefret edilmesinin sebebi ne olabilir?
İktidarlarının bir gün sona ereceğinin, sanatın ise ölümsüz olduğunun bilinci mi?
Yalnızca dilimizde değil, pek çok dilde sanatın gücünü anlatmak için kullanılan “Sanat Uzun, Hayat Kısa”, Zülfü Livaneli dostumuzun denemelerini topladığı kitabın adı, biliyorsunuz. Sanatın her türlü zorluğa direnecek gücü olduğunu vurgulayan “Ars Lunga, Vita Brevis” özdeyişi, Anadolu kökenli bir Yunan filozofunun, tıp bilimini kurucusu kabul edilen Hipokrat’ın sözlerinin Latince çevirisinden geliyor. Özdeyişin tamamı: “Ars lunga, vita brevis, occasio praeceps, experimantum perikulosum, icedicium difficile”… Dilimize, “Hayat kısa, zenaat uzun, fırsatlar geçici, deneyim aldatıcı, karar zor” diye aktarılabilir. Hipokrat’ın bu sözleri tıp biliminin zorluğunu vurgulamak için kullandığını, “ars” sözcüğünün sanat olarak algılanmasının, Yunanca ‘zenaat’ demek olan ‘techne’nin Latinceye çevirisinde yapılmış bir hata olduğunu iddia edenler var. Belki de, doğrusu budur… Hayatlarımız kısa, önümüzdeki fırsatlar geçici, deneyimlerimiz aldatıcı değil mi zaten?
Zenaatimiz direnmekse, kararlarımız da kolay olmayacak elbette…