Yaşadığımız onca sıkıntının, hüznün, savrulup durmakta olan bir ülkeye dair kaygıların üstüne, bir de onları yitirmenin kederini ekleyip, hatır ve hatıralarımıza gittiler. Şadan Gökovalı’nın ardından ben de şunları yazmışım: “Tarihimin önde gelen tanıklarından birini yitirdim. Kentin ve ülkenin en önemli simgelerinden birini yitirdik. Kültür, bellek, şiir ve bu topraklar çalışkan bir emekçisini yitirdi. Şadan Gökovalı ağabey, hepsi adına çok önemli bir boşluğu dolduruyordu. Bizi o boşlukla, büyük meselelerle ve Şadan Gökova'sızlıkla baş başa bırakmıştır. Şaşkınım, üzgünüm, kederliyim…” Bu satırların mürekkebi kurumadan, şunları yazıvereceğimi nereden bilecektim? “Hiç kuşkusuz bizim tiyatro mahallesinin "en yakışıklı, en karizmatik" ağabeylerinin önde geleniydi. Sahneden müdürlük odasına, bu kentin Bodrum'undan Kordon'una... Hepsi yazılası nice anıyı omuzlarımıza ve kalbimize yükleyip gitmiş. Önder Alkım ağabeyi de yitirmişiz. Çok üzgünüm... Günlere böyle başlamak, her gidenin ardından kırık dökük tümcelere sığınmak, sonra silkinip her şeye ve herkese rağmen yürümeye yeniden başlamak. İşte bu çok yorucu, çok keder yükü. Sayende bu mesleğin olması gereken nice özelliğini öğrendim, gözledim, yaşadım. Her şey için teşekkürler Önder Ağabey…” Ne kadar yorucu olursa olsun, biraz da bıraktıkları miras adına yaşayacağız, yazacağız, eyleyeceğiz.

***

Öyle ya, bir şiirimde “Güzel şeyler yaz dedi / yazacağın her güzel şey / biraz da benim içindir dedi” dizelerini bana yazdıran başka ne olabilir? Yahya Kemal’in “Veda”da söylediğince, bize düşen “Evvel giden ahbaba selam olsun” demek, bıraktıkları yerden sürdürmektir.

84 yıl önce, tam da “devrim” sözünü kanıtlayacak biçimde, bu memleketin ekosistemi çağdaşlığın ve demokrasinin okyanusuna dönüştürüldü. Akıldan, bilimden, sanattan, insan haklarından, yurttaş ve halk olmaktan mürekkep köpük köpük dalgalarında kulaç atmak,gelişmek ve geliştirmek, yepyeni sahillere ulaşmak,sonraki kuşaklara görev olarak armağan edildi. Dinsel inanç, insan ruhuna etik ve vicdan açısından pencereler açardı. Buna kimse karışamaz, inançsız ya da inançlı diye sınıflandırılamaz, neye inandığı ya da inanmadığı konusunda suçlanamaz, damgalanamazdı. Birey ile inandığı arasındaki ruhani ilişki de, ona toplumsal yaşamda bir statü (öncelik, hak ya da çıkar) kazandıramaz ya da aşağılanmasına yol açamazdı. Ancak dinsel inanç, toplumu bir arada tutan devlet aygıtını, kurumlarını ve işleyişini belirleyemezdi.

***

Genel söyleyişle laiklik, devlet düzeninin ve hukuk kurallarının dine değil, akla ve bilime dayanmasıdır. Bu tanım içinde, devletin tüm inançlara tarafsız yaklaşması, hepsine saygı göstermesi esastır. Laik bir devlette, hiçbir din bir başka dinden, hiçbir mezhep ya da tarikat ötekinden daha üstün ya da aşağı tutulamaz. Bunlardan hiçbiri, varlığını-söylemini-yönelişini ötekinin yok ya da asimile edilmesi üstünden tanımlayamaz, gösteremez. Laiklik, bu nedenle demokrasiyle birlikte tanımlanmaktadır. Laiklik ve demokrasi sayesindedir ki, dinsel hegemonyanın ve ardılı şeriatçı otokrasinin yedek parçası olan şovenizm, ırkçılık, kölecilik, cinsiyetlerin ya da cinsel tercihlerin aşağılanması, sömürülmesi, nefret suçu sayılır. Geçmişte olduğu gibi, bugün de bu suçları işleyenler, yaptıklarına her şeyden önce dinsel inançları gerekçe ve pazarlama malzemesi olarak kullanmaktadır. Shakespeare, “İnanç görmediğimize inanmaktır, ödülü ise inandığımızı görmek” der. Laiklik bu olguyu kişiyle inandığı arasında bir mesele olarak görür ve bu meselenin toplumsal yaşamı belirlemesine izin vermez, dayatma ve zorlamalara izin vermez. Bunun düşünce özgürlüğünü engellemeyi değil, bizzat bir ideoloji olarak başka düşüncelere-inançlara-tutumlara ve laik kurumlara tahammülsüzlüğünü, her araçla ve yöntemle göstermeyi mubah sayan, yok etmeyi hedef gören dinciliği engellemeyi amaçladığını bilmek gerekir. Dinci demagogların, dünyevi olan her şeye kendilerini layık görürken, cehaletin güdülerini vaatlerle okşayarak analitik düşünceye ulaşmasını engellemeye çalışması ve tüm kazanımları hedef alması, laikliğin anlamını ve önemini daha da iyi vurgular. Bu anlam ve önem bilinmeden, ülke ve toplum okuması yapılamaz, dinciliğin dayattığı ezberler ve gündemler bozulamaz.Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile o güzel insanların 5 Şubat 1937 bilincinden ve cesaretinden uzak her türlü sızlanma, “ama”lı “fakat”lı duruşlar yalnızca gericiyi ve emperyalizmi hoşnut etmiştir, edecektir.