İki haftadır, Başbakan Yıldırım’ın, “Fırsata çevireceğiz” sözünden yola çıkarak, bir değerlendirme yapmaya çalışıyoruz. Bugün konuyu toparlamaya çalışalım. Kordelya Haber’deki son yazımdan yararlanarak, yolu kısaltmaya çalışacağım.
Yazıya başladığımda, “Yenikapı Buluşması”na dakikalar vardı. Sonuçları, tezahürleri, ne getirip ne götüreceğini, siz bugün gazetelerden televizyonlardan öğreneceksiniz. Günlerdir, her gece sala dinledik. Günlerdir meydanlara çıkıldı. Hemen her kentteki televizyonlar naklen yayınladı. Kimin nasıl belirlediği bilinmez, tanıdık tanımadık yüzleriyle, sayısız konuşmacı nutuk parlattı. Mehter, ilahi, şiir, şarkı, türkü, veryansın bir atmosfer yaratıldı. “Demokrasi Nöbeti” adı verildi yapılanlara. Güzel. Güzel olmaz mı hiç? 15 Temmuz gerici darbe kalkışması, böyle bir tepkiyi ve duruşu, kuşkusuz sonuna dek hak ediyor. Bir halkın, demokrasiye, kurumlarına, işleyişine, kısaca ülkesinin bugününe ve yarınına sahip çıkması, her türlü takdirin üstündedir. Buna kimse itiraz edemez.
Panoramik bir bakışla, uzaktan görünen budur. Yanılmıyorsam, “Yenikapı” sonrası, bu “nöbetler” sona erdirilecek. Peki, geriye ne kalacak? İşte, Başbakan Yıldırım’ın “Fırsata çevireceğiz” sözünü unutmadan, sorulacak asıl soru budur ve verilecek yanıtların hayli sorunlu olacağı da, yeterince ortadadır. Bizim kerterlerimiz bellidir ve sorularımız da buradan beslenmektedir. Sahi, nelere fırsat tanıyacak bu kanlı girişim ve gösterilen tepkilerden ne kalacak geriye? İşte bizim “fırsat”tan anladığımız ve onun belirlediği kimi sorular:
Çağdaş, özgür, “fikri hür, vicdanı hür”, tüm hak ve sorumluluklarının bilincinde yurttaşlar mı kalacak geriye? 15 Temmuz faşist darbe girişiminin ve benzerlerinin, derinlerde mezhep-klik-pasta çatışmasından çok, Türkiye Cumhuriyeti’nin zaten yeterince oynanmış olan genlerini yok etmeyi hedeflediğine dair algı ve bilinç mi? Bu pespaye ötesi kalkışmanın, birine, birilerine, bir partiye, bir toplaşmaya falan değil, topyekun bir ülkeye ve halkına yönelik olduğunun ayrımına vararak, her türlü ötekileştirmeyi, ayrıştırmayı, bölmeyi tarihin çöplüğüne atacak irade birikimi mi? Yalnızca yüzeydeki canlı cenazelerle ve her türlü yoruma açık biçimde toplanan binlerce insanla yetinilemeyeceğine, derine ve daha derine inerek bir tahlil, değerlendirme ve sonuçlandırma yapılmadan bu tehlikenin geçemeyeceğine dair duyarlık mı? Demokratik, laik, sosyal hukuk devleti olmanın erdemlerini anımsama ve bir daha asla bırakmama kararlılığı mı? “Düşmanına benzemeye başladığında, savaşı kaybedersin” sözünü kulağa küpe edinerek, öç alma duygusundan, nefret suçları batağına saplanmaktan, yeterince lime lime olmuş bir coğrafyayı daha da beter hale getirmekten fersah fersah kaçıp, bunlardan medet umanlara yüz ve fırsat vermeme erdemi mi?
Heder edilmiş yıllarına bakarak ve ders alarak, geleceğin heder edilmemesi için, akla, bilime, sanata, uzmanlığa, adalete, çağdaşlığa, evrensel insanlık değerlerine sahip çıkmak için, bütün çürümüş unsurların temizlenmesi gereğine olan inanç ve kararlılık mı? Dönüp tekrar buluşmaktan, anlamaktan ve çizdiği yolu içselleştirmekten başka çaremizin olmadığını gördüğümüz Mustafa Kemal ATATÜRK’ün, “Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, müritler ülkesi olamaz…” diye başlayan sözlerini tekrar tekrar okuma, öğrenme, öğretme ihtiyacı mı?
Uzatmayalım, bilinenleri tekrara düşmeyelim. Ama söylemeden ve sormadan da duramayalım: Bugünlerden, bu tepkilerden, bu toz dumandan, sahi ne kalacak geriye? Ağlak pişmanlıklar, kandırıldık aldatıldık sızlanmaları, “ahmaklık” itiraflarıyla durumu kurtarma uğultusunda iyice afallamış, eski tas eski hamamda arınmayı bekleyen bir ülke mi?