Geçtiğimiz hafta, bu ülkede korkunç olaylara bir yenisi, kepazeliklere bir rezillik daha eklendi. Fenerbahçe ile Beşiktaş arasındaki kupa maçında yaşananlar, utandırdı, mide bulandırdı. Devletin en tepesinden medyanın dehlizlerinde yaşayanlara, esef soslu kınamalar, ekâbir ayıplamalar havada uçuştu. Bu şiddet ve lümpenliğe şaşmayan tek kesim vardı: Sokak ve ahali! Niye şaşsın ki? O nicedir bu batağın tam ortasında yaşıyor. İnsan, kabul ettiğine, alıştığına, yaşamın doğallaştırılmış gidişatına şaşırır mı?

Futboldan elinizi çekin! Spora şiddet bulaştırmayın! Sahalarımızda böyle hareketler görmek istemiyoruz! Sahalara yabancı madde atılması yasaklansın! Uzatmayalım, tepkiler bu minvalde beyanatlar çerçevesinde dolaştı, dolaşıyor, dolaşacak. Şiddet futboldan çekilsin, öteki alanlarda ne yaparsa yapsın. Spora bulaştırmayın ama şiddeti hayatın her yerinde doyasıya yaşayabilirsiniz. Sahalarımızda görmek istemiyoruz ama elbirliğiyle her yerde şiddet doğaldır, makuldür. Bir tek bunları söylemedikleri kaldı. Zahmet bile etmiyorlar, söylemek istedikleri zaten budur. Bir de “sahaya yabancı madde atmayın” abukluğu var, “tanıdık madde” nedir söyleseler de, gözü dönmüşler rahatlayıp, bir daha yabancısını atmamaya söz verse!

Elbette hikâye bununla kalamazdı. Her şeyi “fırsata” çevireceklerini beyan eden son Başbakanı onaylayacak biçimde, hadiseyi dönüştürme çabaları devreye girdi. Bu bir kumpastı, oyundu, tuzaktı. Kirli eller yerli ve milli yapımıza yeniden el uzatmışlar, gül bahçemize saldırmışlar, her şeyimiz makul ve mukaddes biçimde yürürken, tekerimize çomak sokmaya kalkışmışlardı. Hele ki, seçim tarihi ilan edilmişken, kirli ellerin provokasyonu demokrasi kalitemizi, hukukun üstünlüğünü, açık şeffaf ve şaibesiz seçim iklimimizi mahvetmeye kalkışmıştı. Ama görevi bunları engellemek, başlamadan söndürmek, gerektiğinde hukuk ve adalet tandırında hesap sormak olanlar, bu işi yapmaları için maaş kadro alanlar, onları yönetenler ve hepsine egemen olan zihniyet ne yapıyor denilemezdi. İstifa etme ve hesap verme erdemine davet edilemezlerdi. Onlar sütten çıkmış ak kaşık, ötekiler lanet olasıca oyunbozanlardı. İçlerinden üçü beşi günah keçisi ilan edilir, gerisi zamanın küllemesine, ahalinin istavrit belleğine bırakılırdı.

Derken, toplumsal bilinçaltımıza yerleşen, temizlenmesi ve bir kâbus gibi unutulması yıllar sürecek algı ve yorum zavallılığımız, Aykut Kocaman nam zatın ağzından dökülüverdi: “Kan görmedim!” İşte bu noktadan sonra, işin sarakası, ironisi ve şakası bir suç ortaklığına dönüşmektedir. Bu bir toplumsal cinnetin, hep birlikte vardığımız kepenk kapatma saatinin çaldığının itirafıdır. “Kan görmedim!” sözü ile Şenol Güneş’in kafasına “yabancı madde” atan yaratığın, “Gaza geldim!” ifadesini alt alta koyun. Ortaya çıkan toplam, bu ülkenin zamanda ve mekânda bulunduğu yerdir. 23 Nisan’da çocuklara ne güzel bir armağan, aferin bize!

Yazıya başlarken, bu rezilliğe şaşmayan tek kesimin sokak ve ahali olduğunu söyledim. Ne demek istediğimi, sıradan bir amatör maça gidin de görün. On üç on beş yaşındaki çocuklarımızın konuşmalarına kulak kabartıp, gözlerindeki hıncı ve saldırganlığı, insanı insanlıktan utandıran küfürlerini yaşayın. Sokakta, vapurda, çarşıda pazarda birer parçası haline geldiğimiz, korunmak için reflekslerimizi aynı gözü dönmüşlüğe terk ettiğimiz, Aykut Efendinin söylediği gibi kan görmedikçe “ikna” olamadığımız şiddeti görmemek için, ya tepeden tırnağa saf, ya da bu şiddetin tetikçisi, mühimmatçısı, nemalanan taciri ve parçası olmak yeter.

Siyasetini şiddet üstüne kuranlardan, dışardaki zavallılık ve çapsızlığını evde şiddetle örtmeye kalkan yaratıklara; inceliği “zaaf”, bilgi ve kültürü “yumuşaklık” gören ilkellerden, saldırganlığı, silahı ve şiddeti “adamlık, efelik, yiğitlik” olarak pazarlayanlara; barış ve demokrasi diyenleri hedef tahtasına dönüştürenlerden, hukuksuzluğu doğallaştıranlara… Hepsi adına söylendi: “Kan görmedim!” Ülken kanıyor, daha ne olsun demek, bir işe yarar mı?