Yıl 1965. Milattan sonra. Kültür ve Turizm (o zamanki Turizm ve Tanıtma) Bakanlığınca İzmir’de düzenlenen (IV. Dönem ) Tercüman-Rehber Kursu’nda kursiyerim. Yurdu tanıma yolunda yeni bir şeyler öğrendikçe heyecanlanıyor, sevincimi Balıkçı ile paylaşmak istiyorum. Bir akşam kurs çıkışı Merhaba Apartmanı’na uğradım. Balıkçı ile kaş-göz işaretiyle merhabalaştıktan sonra sordu:
-Anlat bakalım, bugün hangi yalanları öğrettiler size?
Şaşdım da kaldım.
-Solon’la Kroisos’un karşılaşmasını öğrendik. Hani Lydia Kralı tüm zenginliklerini gösterdikten sonra, Dünyanın en mutlu adamının kim olduğunu sormuş. Solon, adı-sanı duyulmamış birkaç kişiyi saydıktan sonra buyurmuş ki:
-Ey Kroisos. Bir insanın mutlu olup olmadığını, o ömrünü tamamlamadan söylemek doğru olmaz!...
Balıkçı, uzun oturduğu divandan başını kaldırıp:
-Kütüphanede, yukarıda soldan ikinci raftaki iki sözlüğü çıkar (Oxford Campanion to Classical Literature ile Lemperier’in Classical Literature).
Devam etti:
-O iki sözlükte Kroisos ve Solon maddelerine bakalım.
Baktım ki ne öğreneyim: Açıkça, çok net olarak:
-Kronolojikman olanaksız!...
Haydaa! Ne demek oluyordu bu?
Şu demek oluyordu ki: İlkçağda Anadolu’ya ait ne kadar üstünlük göstergesi varsa, Batılılar, onları Grekler’e mal etmişti. Onlara bakarsanız Hemeros da, Thales de, Herakleitos da, Herodotos da Grek ya da Hellen idi.
O anda düşündüm:
-Başka neleri yanlış biliyorum acaba?
Öğrenmem zor olmadı. “İnandığımız Yalanlar”, çorap söküğü gibi gidiyordu. Tarihsel rastlantı: Tercüman- Rehber Kursu’nu, TRT’nin açtığı Prodüktör (Yapımcı) kursu izledi. Evvel Allah, onu da birincilikle bitirip, İzmir Radyosu kadrosuna dahil oldum. Zamanın Program Müdürü Oktay Arayıcı, başlayıp ancak birkaç epizot yapabildiği “Yer Altındaki Tarih” program dizisini üstüme yıktı. Rahmetli Arayıcı, işi Mısır uygarlığından ele almıştı. Ben, bir topuk pasıyla, diziyi Anadolu uygarlığına taşıdım. Bu arada kendin bir program önerdim: “İnandığımız Yalanlar”.
-Peki, ne oldu mu diyeceksiniz? TRT üst kademesi kamal-i afiyetle reddetti önerimi.
Kabul görseydi, söz gelimi şunları anlatacaktım:
Ulubatlı Hasan:
Fatih’in İstanbul’u fethetmesiyle yeni bir çağ başladığına inanırız biz. Oysa bütün dünya Ortaçağ’ı bitirip, Yeniçağ’ın başlamasını Amerika’nın keşfine bağlıyor.
Hele şu Ulubatlı Hasan konusuna ne demeli? Bir tarihte İstanbul’un Türkler tarafından fethinin temsili olarak canlandırılması düşünülüyor. İstanbul surlarına ilk sancağı kim dikmiş olsun? O zamanki İstanbul Valisi Ulubatlı ya: “Ulubatlı Hasan olsun” diyor, öyle de oluyor. (Kardeşlerim, o anacık-babacık gününde surlara kimin bayrak diktiğini görüp de bize bildirecek? )
Uzun Mehmet:
Gen. Türkiye Cumhuriyeti’nin yurt çapında yaygın etkinliklerinden biri, eğitim ve kültür seferberliği. Köy Enstitüleri’nde öğrenciler, halk evlerinde halk kitaplar okuyor, oyunlar sergileyip izliyorlar. Zonguldak Halkevi’nde kültür emekçileri, bir tiyatro oyunu oynamak istiyorlar. Teksti de kendileri yazıyorlar. Konu, Zonguldak’a yaşam veren taş kömürünün bulunuşu.
Oyunda bir bahriye birliği terhis olurken, komutan, tezkereci erleri geminin güvertesinde nutuk çekiyor:
-Evlatlarım. Bu gemiler kömürle çalışıyor. Buna dünya kadar döviz veriyoruz. Bizim ülkemizde de olması lazım. Memleketinize döndüğünüzde çevrenize dikkat edin. Bu maden kömüründen bulursanız, ülkeye büyük hizmet etmiş olursunuz…
Bu söylevi dinleyenlerden, Zonguldak’ın Kestaneci köyünden Uzun Mehmet (Sarı Çizmeli de olabilirdi), değirmene gidiyor. Sıra beklerken çevrede gezinip, taş kömürü buluyor. (Öykü devam edip gider, Mehmet’e aylık bağlanır, Kastamonu Mültezimi bizim Mehmet’i kıskanır falan…)
Bizim tarih kitaplarımız, muteber ansiklopedilerimiz de bunu gerçekmiş gibi anlatır… Kim bilir daha neleri yanlış biliyor, onlara inanıyoruz… Öykücüğün sonu mu?
-Tahmin etmişsinizdir, gerçeği söyleyerek yol kesenlerden kurtulan yoksul vatandaş, kısa zamanda dünyanın en zengin insanı oldu…
Yağı Dökmeden:
Ülkelerden birinde yaşayan bir adam, dünyanın öteki ucunda yaşayan ve “Mutluluğu bilip dağıtan adam” ı aramaya koyuldu. Ben diyeyim haftalarca, siz deyin aylarca süren çileli yolculuktan sonra o bilgeyi buldu. Bilge onu:
-Evladım, dedi, “Çok ziyaretçim var. Sen şu kaşığı al. İçine biraz zeytinyağı koyuyorum. Yağı dökmeden sarayımı, bahçemi dolaş gel, senin derdini o zaman dinlerim.”
Ziyaretçi, elinde yağ dolu kaşık, döndü, doyaştı, geri döndü.
Bilge:
-Gördün mü, dedi “Sarayımın zenginliğini, bahçemin cenneti aratmayan güzelliğini?”
Bizimki:
-Yağı dökmemek için hiçbir şeyi göremedim...
-İşte evladım, mutluluk, elindekileri yitirmeden, dünyadaki güzellik ve zenginliklerin farkına varmakla mümkün olur... “Bilimin Doğum Yeri” Miletos'ta (Aydın'ın Söke ilçesindeki antik İyon kenti), Baştanrı Zeus, oralı bir köylü ile sölyleşe söyleşe gezinşyordu. Bir ara nedense, aralarında tartışma çıktı. Bizim bölgedeşimiz, olaya bilimsel açıklık getirdiği halde Zeus'um “Seni yıldırımla çarparım” diye bağırınca Ege köylüsü:
-Koca Zeus, tanrı olmasına tanrısın ama, bu kadar hiddetlenip bağırıyorsun: demek ki haksızsın!
Yazgınız sizi, haksız olduğu halde bağırıp çağıranlardan korusun. (Ha, bir de, yeri düştükçe bu öykücüklerden anlatın ki, aklınızda daha iyi kalsın!...)
Kim haklı?