Uzun süredir ihmal etmiştim, zamanı ve zemini birkaç günlüğüne de olsa kendime ayırmaya çalıştım. Can Yücel babanın ölümsüzlüğü demlediği topraklara, Datça’ya gittim. Nâzım Hikmet boşuna söylememiştir: “Kafam ikinci bir adamdı yanımda…” O hesap geçti, başkası mümkün olmayan günler. Bu yazı, son gün, Akdeniz’in kıyıcığında, Simi’ye bakılarak yazılıyor. Devletlerin sınırlarına, bayrakların renklerine, bir kulaç daha atsan kim bilir nelerle suçlanacağın denize inat, kuşların, bulutların, rüzgarın evrensel özgürlük ve bağımsızlığını selamlayarak... Birden içine kor ateş gibi düşen mülteci öykülerini, bir anda ülkesiz vatansız konumuna düşenleri, bilmediği toprakların sahillerine demet demet düşen ölüleri anımsayarak… Ey insanlık, sen neler yapıyor, yaptırıyor, kabulleniyor ve kapkara bir tarihi nasıl yazıyorsun sorusuna yanıt bulamamanın derin umarsızlığıyla… Sait Faik’in o büyük çığlığına eklenmeye çalışarak: “Yazmasam çıldıracaktım…”


Ama yine de müthiş bir duyguydu, Akdeniz’le Ege’nin öpüşmesini dakikalarca izlemek. Dünyanın –en azından coğrafya ve tarih açısından- olağanüstü ülkelerinden birinin güney-batıdaki son ucunda, hiç dinmeyen rüzgarın kardeşliğinde düşlere dalmak ne güzeldi. Knidos’un kadim tarihinin izleri arasında dolaşırken, nice tirana despota, parasıyla makamıyla anlara sıkışmış onca unutulmuşa inat, bugün adları ve yapıtları hala yaşayan heykeltıraşları saygıyla ve minnetle anmak, ne hoştu.


Knidos ve nicesi, bilimiyle, sanatıyla, söylencesiyle, felsefesiyle, saygın ve kadim izler düşmüştü bu toprağa. Acı? Vardı elbette. Kan, gözyaşı, savaş, kötülük, sömürü? Olmaz mı? Ama bu topraklar, tanıklık ile itirazı, itiraz ile öngörüyü harmanlamayı bilenlerin toprağıydı. Bu topraktan çıktı onca tragedya, komedya, mesel, atasözü, düşünce. Peşlerinden gelenler, onlara isyanlar, itirazlar, yeni temenni ve öngörüler ekledi. Kederli bir toprağız vesselam! Bir türlü rahat bırakılmadı tarih, coğrafya, halklar, kültürler. İnsanı topraktan, toprağı birikimden, birikimi içselleştirmekten alıkoymak için, elden geleni yaptı yapmaktadır. Birbirine yabancı kalmaları, değer vermemeleri, hatır ve hatıra olarak kabul etmemeleri için elden geleni yaptı cümle ruhsuzluk ve de uğursuzluk. Knidos’ta kim bilir kaç bin yıllık bir taş üstünde, bunları düşünmek ne hüzünlüydü.


Nasıl hayıflanmazsın? Lysistrata, Antigone kaç bin yıl önce yazıldı ve sahnelendi şu antik tiyatroda ve sen bugün hala kadın hakları için didinmektesin, buna zorunlusun. Kadınların artık göz ardı edilemez kadarı, tüm bu değerlerden vazgeçtiğini bile düşünemez hale dönüşmüşken ve bu dönüşümü savunurken, bu tragedyayı nasıl anlatacaksın? Tiranlar, despotlar, gözü dönmüş savaş çığırtkanları, yalancılar, yandaş ve yalakalar kaç kez anlatıldı? Bugünkülerin bir tanesi nasiplenmedi mi, biri bile okumadı mı, birine bile anlatılmadı mı? İklim aynı iklim, coğrafya aynı coğrafya, yaşanmışlıklar birbirinden farksız. E o zaman, ne oldu ya da ne olmadı ki bugünkü tiplerle boğuşmaktayız? Örnekleri çoğaltmak olası, şu birkaç günlük uzaklaşmayı zehir etmek, aynı ruh ve zihin yorgunluğuyla geri dönmek… Ne anladım ben bu işten? Ah Nâzım Usta, “Kafam ikinci bir adamdı yanı başımda” derken, söylemek istediğin yoksa bu muydu?


Ama geriye bir şeyler götürmek zorundasın. Şu yol sorduğun Egelinin, sanki dün ayrılmışsınız gibi konuşması değer ve yeter her şeye, onu götür. Tam yazı biterken başlayan şarkıdaki “Dönülmez akşamın…” teslimiyetini değil, “Umudu kesme yurdundan…” İşte onu götür. Sabah yola çıkacaksın. Gece boyu başını okşayacak. “Anadolu’yum ben anlıyor musun?” diyecek. Boş ver alayını, sen bu gerçeği anlamaları götür. Sonra yaz, anlat. Bıkmadan ve hiç bıkmadan: “Bu ülkenin bizden, bizim bu ülkeden başka kimsemiz yok!”