-Günaydın!

Aslında bu yazının başlığı “Mesut istirdat” olabilirdi. Ama bunun “mutlu geri alış” olduğunu gençler anlayamayabilirdi.

Eski İzmirliler tarihi “Milattan Önce-Milattan Sonra” diye değil; “Mesut istirdattan evvel- Mesut İstirdatan sonra” diye ikiye ayırırdı.

Ben mutlu bir gazeteci, dolayısıyla mutlu bir insanım. Çünkü, biraz da kendi şansıma yardım ederek, Kutsal Kurtuluş Savaşının destansı öykülerini, bizzat o zaferlerin kahramanlarından dinledim, dahası, bu kahramanlardan bazılarıyla, Afyon Kocatepe'den İzmir'e , “Bilginler ormanı”, “Kurtuluş bütün bir millet için ülkü olmuş” İzmir'e yürüme olanağı buldum.

-Ey ahali, koşun, yetişin, o geldi. Mustafa Kemalimiz geldi!

Köyün yaşlılarından M. Kemalettin Eskicioğlu, bir önünde duraklayan otomobildeki üç adamdan birine, bir de -nerden kesip cebinde saklamışsa- gazete parçasındaki fotoğrafa naktı. Evet oydu;

Mustafa Kemal Paşa'dan başkası olamazdı. Can havliyle bağırdı:

-Evet o! Vallahi o! Tıpkı fotoğrafındaki gibi...

Eskicioğlu'nun seslenişi bitmeden, onlarca kişi arabayı sardı. Kendisini daha önce hiç kimse görmediği halde, herkes bunun Muzaffer Başkomutan olduğundan emindi. Araba havaya kaldırıldı, adeta parmaklar üzerinde havada yüzüyordu. Böyle sevgi, böylesine sevin. Gösterisi pek ender olarak görülürdü. Arabada, şoförle birlikte üçüncü kişi olan, Gazi'nin yar-ı vefakarı, bu manzarayı şöyle anlatacaktı:

-Korktum, öldürecekler diye. Muhabbetten öldürecekler...

İnsanlık tarihinin en haklı akını, zafer durağına doğru hızla ilerliyordu. Öncü birliklerimizin yürüyüşü otomobil hızına ulaşmıştı. Muzaffer Başkomutan, İzmir'i göreceği yere daha çabuk varmak istercesine, otomobilden indi. Askerin arasında yürüyordu. Bir ara, yularından çektiği katıra- Rum meyhanelerinden birinden olacak- yüklediği iki fıçıyı yanındaki ere göstererek:

-Ben İzmirliyim arkadaş, dedi, “arkadaşlara, İzmir'e girdiğimiz gün rakı ziyafeti çekeceğime söz vermiştim. İşte rakı...” dediğini duydu. Askere hemen, hangi birlikten olduğunu sordu. Cevap alınca, cebinden not defterini çıkarıp, bir şeyler yazarak;

-Komutanın benim arkadaşımdır, bu notu ona götür, dedi.

Nota, şunu yazmıştı:

“Askerlerin şevkini kırmayın. Rakıyı muayene ettirin ve manga başına birer matara verin...”

Şuraya bakar mısınız? O ölüm kalım savaşımı sırasında, askerlerin morallerinin bozulmamasını düşünüyor ve üstelik, rakının zehirli olabileceği olasılığını göz ardı etmiyordu. İşte böyle bir adamdı Mustafa Kemal: En zorlu anında bile kavganın, insanlığı elden bırakmıyordu.

Adını, mitolojinin su perileri Numpha'lardan Nif çayını geçip, aynı adlı kasabayı geride bıraktılar. Ulucak sağ geride.

Muzaffer Başkomutan ve yakın komuta arkadaşları, öğle üzeri, adını oradaki çardak altı kahveden alan Belkahve'ye ulaştılar. İşte İzmir, kuş uçuşu 10 km ileride, gözlerininn önünde uykuda gibi yatıyordu. Yeşil örtüsüyle kaplı yüksecak tepelerin arasındaki Körfez, dahi bir sanatkarın elinden çıkmış şaheser bir tabloyu andırıyordu. Bu manzarayı bozan kara lekeler, Körfez'deki düşman gemileriydi. Kemal Paşa, 17.5 yıl önce, 5 Ocak 1905'te, sürgün yerine giderken uğradığı İzmir'de bu kez bu şehrin ve ülkenin kurtarıcısı olarak gelmenin Paşa'da uyandırdığı duyguyu kendisinin bile tanımlaması kolay olmasa gerekti. Bu “İyonya'nın süsü”, “Akdeniz'in incisi”, “Dünya'nın göz bebeği” İzmir'i dürbünle seyretti. Düşünce sesiyle -Hitamühül misk (mis gibi bitti) dedi ve ekledi, “bir rüya görmüş gibiyim...”

Tarihte çok az komutana nasip olmuş bu zaferden sonra, onun ruh halini bundan daha iyi hiçbir söz ifade edemezdi. O sırada İzmir yönünden, çeyiz olduğu anlaşılan yükle bir İzmir kağnışı geliyordu. Kağnıyı, efe dizlikli bir köylü yediyordu. Büyük komutanla bu Ege köylüsü arasında şu konuşma geçti:

-İzmir'den mi geliyorsun hemşerim?

-He ya!

-İçinden mi?

-İçinden.

-Bizim askerden ne haber?

-Bizim asker Kordonboyu'nda, Konak'ta, Kadifekale'de bayrağımızı dalgalandırıyor.

-Kendi gözlerinle gördün mü?

-Gördüm ya, Bana inanmıyorsan galiba ağam. İnanmıyorsan, kendin gitsene!..

Gitmek? Bunu Kemal Paşa da isterdi ama, İzmir'e ilk giren süvari birliğinin komutanı, İzmir'in büyük evladı Fahrettin Paşa. Başkomutan'ının henüz kargaşa içindeki şehre girmesini doğru bulmamıştı. Yüce komutanlar, kahvehanenin tahta iskemlelerine oturdular. Kahveci, önce Mustafa Kemalpaşa'ya sordu:

-Ne içersin Paşam?

Paşa, işini başarıyla tamamlamış ustaların erinciyle:

-Yap bakalım bana bir şekerli kahve!

Yedi düvele meydan okumuş, öldü sanılan ulusu Anka kuşu gibi diriltmiş, düşmanı sindirmiş büyük komutanın, böyle öğrenci işi şekerli kahvesi istemesi, kahveciyi düş kırıklığına uğratmış olmalı ki; İzmirlilerin taklit etmeyi pek sevdiği Ege şivesiyle:

-Etmiyecektin bana bunu Mustafa Kemal Paşa, demişti.

Evet,- benim hesabıma göre- bin 193 gün süren İzmir'in düşman çizmesi altındaki kara çilesi bitmişti.

Kurtarıcı komutanlar, 10 km kadar gerideki, bugünkü güzel adını yüce Başkomutan'dan alan Nif kasabasına döndüler. Kendisi için hazırlanmış eve girildi. Koridorda Nifli kadınlar, elleri önde birleşik, derin bir saygı ile mümtaz misafiri karşıladılar. Kemal Paşa onları, ölçülü bir baş eğmesiyle selamladı. Onlar oraya çağrılmışlar mıydı, yoksa kendiliklerinden mi gelmişlerdi? Geniş odadaki masaya, yüreklerini koyar gibi, ellerinde ne kalmışsa koymuşlardı: İşte yarım dilim kavun birkaç salkım üzüm ve beyaz peynir...

Mareşal (Fevzi Çakmak), bir Buda heykeli gibi sensiz, ama güven veren bir vakar içinde. İsmet (İnönü) Paşa, her zamanki gibi dinamik, çeşitli komutanlara emirler veriyor, değişik cephelerden gelen haberleri Başkomutan'a arz ediyordu. Başkomutana gelince, o her zamanki gibi sahnenin hakim karakteriydi. Ama her günkü karargah havasından sıkılmış olacak ki:

-Arkadaşlar, dedi. “İzmir'e girdiğimiz gündür bu! Böyle sessiz mi olacak? Bari hep birlikte şarkılar, türküler söyleyelim!...”

Öyle de yaptılar. Geç vakte kadar söyleşerek, akımsar bir hava yarattılar.

Ertesi gün (10 Eylül 1922 Pazar), Başkomutan'ın İzmir, daha doğrusu İzmir'in Mareşal Mustafa Kemal Paşa günüydü. Zira İzmir, tüm İzmir Şair Rıfat Moralı'nın söyleyişiyle, tüm İzmir, tek yürek olmui 3 yıl üç ayı geçkin süredir “tahassür”le (çok güzel, hasret) ile, Mustafa Kemal Paşa'nın komutasındaki şanlı ordumuzun şehri şereflendirmesini bekliyordu.

Öyle de olacaktı. O kutsal günden sonra İzmir'in tarihi Mesut istirdattan evvel” (mutlu geri alıştan önce) ve Mesut istirdadı lüteakip” '(mutlu geri akıştan sonra) diye anılacaktı...

Çekilen acılarlar üstüne sünger çekilmişti...