Bir ülkeye karşı aidiyet duygusunun, hak ve sorumluluk bilinciyle donatılması yurttaş olmanın birinci koşuludur. Niteliğini o ülkenin yönetim biçimi ve yurttaş-devlet ilişkisi belirler. Bir ülkenin evrensel insanlık ailesi içindeki yeri, bu ilişkinin ortaya çıkardığı yaşam kalitesiyle orantılıdır. Eğitimden hukuka, sanattan çevreye, kentsel donanımdan spora, tarih bilincinden gelecek tasarımına, kısaca bir ülkenin yaşam biçimi ve ortaya çıkardığı değerler, yurttaşlık bilinci ile doğru orantılıdır.
Birey toplum, toplum devlet ilişkilerinin sağlıklı, verimli ve insani olması, devlet-yurttaş arasındaki ilişkiye, devletin bu anlamda yapılanma niteliğine ve karşılıklı kabule bağlıdır. İnsanlık bu ilişkileri düzenleyecek en uygun sistemi bulmak için, devasa bir tarih yazmıştır. Bu tarihin bir yanında bilim, düşünce ve sanat; bir yanında bir kan denizi içinde yüzen taçlar, saraylar, giyotinler, köleler, katliamlar vardır. İnsana birey, yurttaş denmesi, toplumlara en iyi yönetim biçimi olarak demokrasi’nin sunulması ve bütün bunların insan hakları, devletler hukuku gibi evrensel kayıtlara geçirilmesi, hiç de kolay olmamıştır. Ağzımızdan bir çırpıda çıkıveren emek, örgütlenme, seçme ve seçilme hakkı, özgürlük, bağımsızlık, eşitlik gibi kavramlar, insanlığın binlerce yılına mal olmuştur. Hepsinin en önemli ateşleyicisi aydınlanma, hepsinin ortak paydası birey ve yurttaş kavramıdır.
Bugün ve ne yazık ki, başta ülkemiz olmak üzere, yeryüzü bu büyük mirasın çarçur edildiği, sömürüldüğü, çarpıtıldığı bir yeni ortaçağ yaşamaktadır. Kullanılan araç gereçlerin modernliği, uzayın derinliklerine gidilmesi gibi görünüşteki ilerlemenin, düşüncelerde her geçen gün daha geniş yer bulan gericilikle çelişmesi, kuşkusuz çağımıza tarihte apayrı bir yer kazandıracaktır. Biz bu fotoğrafın neresindeyiz?
650 yıllık devasa bir zaman diliminde, bir ailenin buyruğunda yaşarken, kuşkusuz birey, yurttaş, toplum gibi kavramları bir yaşam biçimine çevirmek şöyle dursun, düşünmek bile kuşkusuz olanaksızdı. Düşünmeyi kolaylaştıracak belge ve bilgilere uzak (matbaanın geliş yılını anımsayınız!), muhalif ya da alternatif her türlü tutum ve davranışı düşman gören, kul ve ümmet tanımlı insanları mülkiyette feodalizmle, düşüncede taassupla sınırlayan bir devlet anlayışında, elbette birey ve yurttaş kavramlarının bir karşılığı olamazdı. Vatan sözcüğünü bile, yıkılmasına yıllar kala öğrenen imparatorluk, dünyayı yalnızca fethettiği topraklar ve kutsallıkla bezenmiş bir aile ile yardakçılarından oluşmadığını, çok acı biçimde gördü. Devlet yıkıldı ve geriye yüzyılların cehaleti, tüm yaşamını ve yazgısını bir aileyle temsilcilerine emanet etmiş, bunun keyfini ve acısını şöyle ya da böyle yaşayarak geçirmeye alışmış insan yığınları kaldı.
Kuşkusuz bu insan yığınını, yeni bir ülke ideali çevresinde toplamak, emperyalizmin yerli ve yabancı işbirlikçilerine karşı bir direniş ordusuna çevirmek bir mucizeydi. Söylediklerimiz bir hamaset değil, bu değerlerden uzak gericilerle, kendilerini ilerici olarak niteleyen hamhalatların bir türlü anlayamadığı gerçeklerdir. Bu gerçeği yaratan, paylaştıran ve sonunda Cumhuriyeti kuran Mustafa Kemal Atatürk ile bir avuç insandır. Savaş kazanıldı, ya sonra?
Yeni bir birey, yeni bir toplum, yeni bir devlet oluşturmak için, devrimci bir zihniyet ve uygulama gerekir. Cumhuriyet bu nedenle, yeni bir ülke, toplum ve birey oluşturma için gerçekleştirilen devrimsel bir atılımdır.
Çağdaş, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti ve onu bir yaşam biçimi olarak kabul edecek yurttaşlar… Önümüzdeki pazartesi, ilk tümcemiz bu olacak.