Katledilmelerinin 44. Yılında pek çok yerde etkinlik yapıldı, 68 kuşağının simge adları olan Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan anıldı. Karşıyaka Belediyesi, İzmir 68’liler Platformu ve Karşıyaka Demokrasi Akademisi imecesinde düzenlenen etkinliğe, panelist olarak katıldım. Ön konuşmaların birer konferansa dönüşmesi, panele yeterince zaman tanımasa da, Çarşı Kültür Merkezindeki atmosfer görülmeye değerdi. Güler Öztürk’ün sunduğu etkinlik, Cengiz Onur ve Murat Şenol’un türküleriyle daha da anlamlı hale geldi. Mustafa Aydıngöz’ün yönetiminde, Sancar Maruflu ve Okan Yüksel gibi iki ustanın arasında konuşmak, elbette kolay değildi. Hakkımı ve haddimi unutmadan, dar zamanda düşüncelerimi aktarmaya çalıştım. Bu yazı, o konuşmanın satır başlarından oluşmaktadır.

“3 Fidan”ı niye seviyor, unutmuyor, önemsiyor ve özlüyoruz? Onlar neden ve nasıl 'rol modellerimiz' oldu?” Genel anlamda dünya görüşlerini paylaştığımız için mi? Kuşkusuz. antiemperyalist, antifaşist, antifeodal, antiteokratik bir duruşla, sınıf bilincimizi ve yurtseverliğimizi aynı potada eritip, dünya görüşümüze yaşamsallık sağlamaya çalışmak, başka nasıl mümkün olabilir ki? Tartışmak bile abestir.

Neredeyse 50 yıl önceki tahlilleri, yöntemleri, stratejileri, bugün aynı biçimde uygulanabilir mi? Her olay, olgu ve kişi, içinde bulunduğu koşullar ve zaman dilimi içinde değerlendirilebilir. 3 Fidanın, bugün bunlara yanıt verme olanakları yok. Şimdi biz, bu sorulara yanıt aramaktan çok, ne söylediklerine ya da söylediklerinin yaşadığımız süreçteki karşılıklarına bakmak zorundayız. Sondan başlayalım.

Darağacından yeryüzüne bıraktıkları ve “Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği” biçiminde dillendirdikleri çağrı, bize bu toprakların bin yıllık tutkalını, çimentosunu anımsatıyor. Bu kardeşliğin, etnik kökenlerle tanımlanamayacağını, yalnızca bununla yetinirsek, şovenizmi, ırkçılığı, faşizmi hortlatıp egemen kılacağımızı, bunun da emperyalizme sevinçten göbek attıracağını işaret ediyor. Bugün vahim sonuçlara yol açan etnik ve mezhepsel yaklaşımdan çok, sınıfı ve emeği savunmayı; bu gerçeklik unutulursa, sömürüye, adaletsizliğe, feodal ve dinci baskılara itiraz edilemeyeceğini söylüyor. Bu gerçeğin unutulması, dünyanın en güzel ülkesine yeterine acı yaşatmadı mı?

Ben “3 Fidan” dersini çalıştıkça, çıktığı yumurtayı beğenmeyen civciv misali, bu coğrafyada verilmiş kurtuluş ve bağımsızlık savaşını, onun önderi Mustafa Kemal Atatürk’ü, dönemin koşullarında girişilen ve başarılan devrimsel atılımları küçümseyen, itibarsızlaştıran zihniyetlerden, her gün biraz daha soğuyorum. 1 Kasım 1968’de Denizlerin öncülüğünde gerçekleşen “Samsun’dan Ankara’ya Mustafa Kemal Yürüyüşü”nü, tarihsel mirasa sahip çıkmak olarak görüyor, aynen kabul ediyorum. Bu sentezin ucuzluk ve yavanlık özneleriyle, fabrika ayarlarını yitirmiş solumsu savruklarla, ne söylediğini sapıtmış gardıropçularla bir ilgisi olmadığını da iyi biliyorum. Bu söylediklerimize, kaç yüz kanıt istenebilir?

3 Fidan’ı her yıl ve ortak duyarlıklarla, sol yelpazenin her kanadı anıyor. Bunun dünyada pek fazla örneği yoktur ve başlı başına bir derstir. Yaşadığımız dağınıklıktan sıyrılmak, bundan yeterince nemalanmış “sen ben bizim oğlan” zihniyetinden kurtulmak istiyorsak, bu örneğe iyi bakılmalıdır. 6 Mayıs’larda gözlemlenen bu paydaşlığı, mücadele pratiğine yansıtmak ve örneğin “Omuza omuza!” sözünün, yalnızca bir slogan olmadığını anımsamak gerekmektedir. İşte o zaman bu büyük mirasa, ülkemize ve geleceğimize sahip çıkabilir, yalana, talana, ilkelliğe ve teröre direnebiliriz. Gerisi laf-ü güzaf ve egemenin ekmeğine yağ sürmektir.

Verdikleri dersler elbette bu kadar değil. Düşüncelerimizi paylaşmayı sürdüreceğiz. Büyük hatıralarına saygıyla…