Kurucu irade, yüzlerce yıldır hiçbir fikre sahip olmadan yaşayan bir coğrafyaya ve toplumsal genlere rağmen, demokrasinin tanımını yapmaya ve kapılarını açmaya çalıştı. Bugün demokrasiden söz edebiliyor ve bir çıkış yolu arayabiliyorsak, o büyük çabaların hakkını vermek, saygı göstermek gerek. Dönüp hala, bu gerçeği bilmeden, öyle yaptılar böyle yapmadılar diye suçlamanın kime ne faydası oluyor? Bilemem.
Bugün demokrasi bilincimiz, ihtiyacı, tasarımı, üretimi, getirisi ve götürüsü düşünülmeden alınan son model bir arabaya, nazar boncuğu takmak, orlondan karpuz dilimleri koymak, camına saçma sapan yazılar yazdırmak ve böylelikle bir aidiyet ilişkisi kurulacağını sanmak kadardır. Daha somut konuşmak gerekirse, bizim demokrasi hikâyemiz “Sandık var mı? Var? Oy pusulan var mı? Var. E bir de ben varım, daha ne istiyorsun? Git oyunu at, beni seç, gerisine karışma!” olarak özetlenecek bir kabalık silsilesinden öteye geçememektedir. İşte bu yüzden o son model araba, trafik bilincinden habersiz magandanın elinde nasıl bir tehdide dönüşüyorsa; demokrasi de böyle bir algı fukaralağında, yüke, çileye, hatta “keşke olmasa da rahat etsek” bıkkınlığına evrilmektedir. Biraz daha aç diyenlere, son mahsul fikriyatçılarımızdan Yavuz Bingöl efendinin özgürlük tahlillerini, bilhassa tavsiye ederim.
Söylemeye çalıştığım, bir kavramın yaşam biçimine dönmesi için gerekli olanlardır. Bilgi, görgü, entelektüel tutum ve davranışlardır onlar. Sokağında, evinde, işinde, üniversitesinde, işliğinde, örgütünde olmadıkça, sandıktan çıkana demokrasi denmez. Demokrasinin soluk alma, nöbet değiştirme, başaramayanın gitmesi, yeni seçeneklerin gelmesi, şeffaflık, hesap sorma ve hesap verme olduğunu bilmeden, normal-erken-baskın seçimlerde oy vermenin, demokrasiyle uzaktan yakından alakasının olmadığını anlamadan olmaz. Hele ki her görüşün, amasız fakatsız temsiline, kendini tarif etmesine olanak verilmiyorsa, sistemin dayattıkları arasından birini seçmenin demokrasi olmadığını bilmiyor, kavramıyor ve gereğini yapmıyorsak, hangi demokrasi?
Halk kuyrukçuluğu ve lafebeliği, demokrasi kavramı ortaya çıktığından bugüne, onun “çoğulculukla” özetlenen bir yönetim biçimi olduğunu pompalar durur. Oysa güzel bir tanımla, demokrasi sanılanın aksine çoğunluğun değil, azınlığın dikkate alındığı bir yönetim biçimidir. İşte zurnanın zırt dediği yer burasıdır. Üstteki paragrafın ikinci tümcesinde verilen listeye, bu nedenle “hazım” maddesini de eklememiz gerekir. Hele ki Türkiye gibi, dillerin, dinlerin, ırkların, kültürlerin, gelenek ve göreneklerin harman olduğu bir coğrafyada, bilgiden, görgüden, entelektüel tutum ve davranıştan yoksunsanız, eh haliyle hazımsızlıktan helak olmuşsanız, demokrasinin kâğıtlarınızda eğreti bir çiziktirme, ağzınızda çürümüş bir sakız gibi durmasından daha doğal bir şey olamaz.
O zaman da elinizde ve dilinizde, tarihsel bir zavallılık, ilkellik ve vandallıktan başka bir şey kalmaz. Demokrasinin şeklen de olsa yapısından, olanaklarından ve yararlanırken, aslında tam bir demokrasi karşıtı olduğunuz, tarih tarafından adınızın yanınıza yazılır. Onu bunu teröristlikle, hainlikle, çöplük pislik olmakla suçlayıp, karşıtlığınızı kine ve düşmanlığa dönüştürüp, habire hakaret ederek, bu nitelemeden kurtulamazsınız. Hele ki siyasi ve kurumsal işbirliği boyutunu ve sorumlularını, bunların nerelerde ve nasıl yuvalanıp silahlı bir çeteye dönüştüğünü, kimlerin doğrudan yardım ve yataklık ettiğini anlatmadan ve açığa çıkarmadan, her muhalif sesi ve duruşu FETÖ yobazlığıyla ilişkilendirmek, demokrasiye yarar sağlayamaz. Yaşamları, yazdıkları, çizdikleri ve kimlikleriyle, irticaya ve yobazlığa direnerek ömür tüketen ve bedel ödeyenleri, sırf siyasal ikbal uğruna, ihbar ve itibarsızlaştırmaktan medet umarak aynı sepete tıkıştırmaya çalışmak, size ne getirir bilinmez. Ama bu ülkeye zamanlar, birikimler ve eserler kaybettirir. Bilim, sanat, düşünce ve insan hakları, demokrasinin beslenme kaynaklarıdır. Kurutarak, kovarak, cezalandırarak, tehdit ederek, belki zaman kazanabilirsiniz. Ancak o soru, her zaman orada duracaktır: siz aslında nesiniz?