Yukarıdaki sözler Leon adlı bir Fransız vatandaşına ait. Fransa'da eski Cumhurbaşkanı Sarkozy'nin bir gezisi sırasında, Leon kendisini böyle bir pankartla karşılamış. Sarkozy'nin açtığı hakaret davasında mahkeme Leon'u 30 Avro para cezasına çarptırılmış. Leon konuyu AİHM'ye taşımış. Burdan çıkan karar tarihi bir ders niteliğinde;

Evet, 'Defol git geri zekalı' demek hakarettir. Bunu kabul edelim. Ancak biz tek şeye bakmıyoruz. Bir siyasetçiye yönelmiş eleştiri alanı diğerlerine göre çok daha geniş olmalıdır. Siyasetçiler, çok daha hoşgörülü ve tahammüllü davranmalıdır. Demokratik toplumda hiciv yoluyla çıkışlar çok önemlidir. Bunları bastırmaya kalkarsanız o zaman demokratik bir toplum üzerinde caydırıcı etki yapar. Dolayısıyla bu davaya baktığımız zaman, evet 30 Avro belki önemli bir rakam değil, ama 'caydırıcı' etki bırakmasın diye hiç ceza verilmemeli.”

Böyle demiş AİHM. Sanki Türkiye'de son 1,5 yılda Erdoğan'ın avukatlarının açtığı 1845 hakaret davasına bir gönderme yapıyor .

Cumhuriyetin 3'üncü Cumhurbaşkanı Celal Bayar'dan bu yana siyasetin tanığıyım. Hiçbir Cumhurbaşkanı, Başbakan döneminde halka karşı bu kadar hakaret davası açıldığı görülmedi. Dava açılanlar arasında çocuklar, ev kadınları, doktorlar, siyasiler, gazeteciler, öğrenciler var.

Anayasa Mahkemesi, Cumhurbaşkanına hakareti düzenleyen TCK 299. maddesini iptal istemiyle görüşüyor. AİHM'nin kararları ortadayken, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi'nin “Siyasi yetkililere sert eleştiri ve hicvi hoşgörüyle karşılamalarını” tavsiye eden kararı almasından ve Türkiye ile ilgili endişelerini belirtmesinden sonra doğrusu Anayasa Mahkemesi'nin kararını merakla bekliyoruz.

Bu tatsız hoşgörüsüzlük ortamından biraz eskilere gidelim. Bir hoşgörü örneğini, usta gazeteci Uğur Dündar'la birlikte yazdığımız 'Yalandan Kim Ölmüş' adlı kitabımızdan bir anekdotla paylaşmak isterim;

1970'li yıllar... Zamanın Milli Selamet Partisi Başkanı Necmettin Erbakan, Anadolu'nun bir şehrinde seçim gezisindedir. Geziyi izleyecek 10 kadar gazeteci bir gün önceden şehre gider. İl Başkanı gazetecileri karşılar, otele yerleştirir. Otelden ayrılırken küçük bir hatırlatmada bulunur;

Otel ücretleriniz ve otel restoranında yiyeceğiniz yemekler Hocamız tarafından karşılanacaktır. Ancak takdir edersiniz ki alkollü içecekleri ödememiz mümkün değildir. Hocamızın talimatıdır. İsteyen istediğini içebilir, ancak biz yalnızca alkolsüz meşrubatları karşılayabileceğiz. İyi istirahatler.”

Yorucu bir akşamın bir iki kadeh ayran (!) atmadan geçmesi zordur. Çare düşünülür. Akşam yemekte muhabirlerden biri, garsona siparişini verir. Siparişin arasında bir de küçük şişe rakı vardır. Garson talimatlıdır;

“Özür dilerim rakının ücreti ödenmiyor. Sizin ödememiz gerekir.”

Muhabir sorar;

“Rakı kaç lira?”

“Dokuz lira efendim.”

“Peki pilav, baklava kaç lira?”

“Pilav iki, baklava iki buçuk lira.”

Muhabir hesabı yapmıştır. Pişkinlikle garsona bakar;

“Tamam kardeşim. Getir rakıyı, iki pilav, iki baklava yaz. Anlaşıldı mı?”

Garson biraz şaşkın, salonun diğer ucunda yemek yiyen partililere bakar, yutkunur;

“Peki efendim.”

Fikir masada çok tutmuştur. Sırayla herkes ikişer baklava, ikişer pilav (!) söyler. Rakılar gelir afiyetle içilir.

Ertesi gün parti yetkilisi otele hesabı ödemeye gelir. Fatura tahmin edilenin üzerinde bir rakamdır. Fatura ayrıntılarıyla incelenir. On kişi, ellinin üzerinde baklava, pilav yemiştir. Partili otelciye bakar. Otelci çaresiz ellerini iki yana açar, kaşlarını kaldırır, hiçbir şey söylemez. Partili olayı anlamıştır. Yüzünde acı bir tebessüm belirir. Hoca'ya hesabı nasıl vereceğini düşünür. Parayı öder, dalgın adımlarla otelden ayrılır.

Şimdilerde Erdoğan'a rakı parası ödetmeye kalkacak gazetecilerin başına gelebilecekleri düşünmek bile istemiyorum.