Biyoçeşitlilik, bir biyom, ekosistem ya da genel olarak dünyamızdaki tüm yaşam formlarının çeşitliliği için kullanılan bir kavram.

Bilinen tüm yaşam formları, yaşamlarını sürdürebilmek için su, hava, toprak dahil besin ve diğer gereksinimlere ihtiyaç duyar. Bir organizmanın yaşam sürdürülebilirliği için ihtiyaç içinde olduğu madde ve koşullar, organik ya da inorganik olabilir, bunların hepsi birden biyoçeşitliliği oluşturur. 
Burada 'çeşitlilik' önemli bir vurgu çünkü biyoçeşitlilik arttıkça o çevreye dair ekolojik aura da zenginleşir. Bu zenginlik biyolojik türler arasındaki dengeli etkileşimin de matematiğini ortaya koyar. Yani biyoçeşitlilik artar, lokal ekosistemin madde dolaşımı ve enerji sirkülasyonu da paralelinde artış gösterir. 
Belki okuyucularımıza ilginç gelebilir ancak günümüz itibari ile dünyada halen yaşamını sürdüren türlerin sayısı tam olarak tespit edilmiş değil! Halihazırda ortaya çıkan türlerin çoğunun dinazorlar gibi soy olarak tükendiğini tahmin ediyoruz. Şu an ise yaşayan canlı tür sayısının iki milyon ile bir trilyon civarında olabileceği düşünülüyor. On yıl kadar önce Birleşmiş Milletler Çevre Koruma Programı'nın bir araştırması, dünyanın sekiz milyon yedi yüz  bin canlı türüne ev sahipliği yaptığını ortaya koymuştu. Daha öncesinde de bir milyon iki yüz bin canlı türü var deniliyordu. Bir başka çalışmada ki bunu Birleşmiş Milletler Çevre Programı ve Microsoft Araştırma Merkezi ortaklaşa yapmıştı ve vurguladıkları konu, yeryüzünün üçte ikisi suyla kaplı olmasına rağmen tespit edilen türlerin dörtte üçünün  karada yaşıyor olması idi!

Buradaki önemli başlık, dünyamızı ayakta tutan kompleks bir yaşam ağının söz konusu olması ve tüm canlıların da bir şekilde birbirine bağlılığı. Türlerin devamlılığı veya yok oluşunun önlenmesi, gen havuzunu gerekli kılıyor, o da ekosistemin korunmasını zorunlu hale getiriyor. Maalesef insan nüfusundaki artış, türlerin yok oluşunu hızlandırarak gezegenimiz için alarm zillerinin çalmasına neden olmuştur. Bu yüzden de Birleşmiş Milletler, 2001 yılında, 22 Mayıs'ı ‘Uluslararası Biyoçeşitlilik Günü'  ilan ederek, canlı yaşamının devamlılığını sağlayan hayvan ve bitki türlerinin korunmasına dair farkındalık yaratmayı amaçlamıştır.
Her tür, gezegenizin yaşamını sürdürmesinde etkindir. Bir gergedan ya da azot bağlayan gözle görünmeyen bir bakteri veya bitkilerle mutealizm ilişkisinde olan bir mantar türü ile okyanuslardaki binlerce mil karelik alanları kaplayan algler, yeryüzü ekosistemin yaşamsal üyeleridir. Ne yazık ki insan nüfusu artıkça, doğal yaşam alanları daralmış, her konut, yol ve fabrika yapılaşması bir canlı türünün yok olmasına yol açan süreci tetiklemiştir. 

Dünya Yaban Hayatını Koruma Vakfı’nın (WWF) her iki yılda bir hazırladığı ‘Yaşayan Gezegen Rapor’larının birinde, son 50 yılda karasal türlerin popülasyonlarında yüzde 38, deniz türlerinin popülasyonlarında yüzde 36 azalma olduğundan dem vuruyordu! En fazla kaybın, yüzde 81 ile sulak alanlarda yaşandığını vurgulayan rapor, küresel tür koruma programlarına ve doğal kaynak kullanımında biyoçeşitliliğin dikkate alınmasına vurgu yapıyordu. Nitekim, son elli yılda doğa koruma çalışmaları ile Çin’de ‘panda’ sayısının artışı ve Akdeniz’de ‘Caretta caretta ‘popülasyonlarına yönelik olumlu tür korunması örnekleri, insanlığın hafızasında var olabildi. Ama doğrusu küresel bir seferberliğe ihtiyaç var. 

Çünkü, son yaşadığımız pandemi, özünde, bir habitat daralması yüzünden bilindik SARS-CoV-2 virüsünün mutasyonu ile ortaya çıkmış küresel bir facia idi ve 6.7 milyon insanın hayatına mal oldu. Dünya insanları, biyoçeşitliliği ve türleri koruyan bir perspektif ortaya koyamazsa, yok olacak türlerin başında kendisi olacaktır…