"Ben unutmak istedim o günü..." diye başlıyor Sakaryalı bir genç yazısına...

Birebir o günü yaşayan; ailesinden geriye kalanın sadece cansız bedenler olduğu ve tüm ailesini kaybeden bir genç, boğazında yumruyla taşıdığı, o gün itibariyle bedenine yerleşen acısıyla...

Mümkün mü unutmak?

Hani; unutmak, iyileşmenin diğer adı ya. Tüm bildiklerini unutunca iyileşir insan ya. Mümkün mü iyileşmek...

"O günden beri; her gün, her saat, her dakika, tık tık geçen her saniye, her an, o 45 saniyeyi ve yitirdiklerimi, sanki hiç olmamış gibi unutmak istedim...

Ama unutmadım...

Unutamadım…

Nasıl unutayım ki?

Herkesin farklı bir hikâyesi var. Herkesin farklı dertleri, acıları, kederleri var bu günle ilgili. Ben de hikâyemi anlatmak istiyorum. Yer Adapazarı..." diyor ve başlıyor anlatmaya...

Salya sümük, hıçkırıklarla okuyorsun. Sanki başka bir boyuta geçiyorsun, acısını taaaa yüreğinde hissediyorsun. Buna benzer öyle hikâyeler var ki. Yıkılan ocaklar, yitip giden canlar. O günden sonra olmayan sabahlar...

On binlerce kişinin; gökyüzünde, arafta, birbirine karışan çığlıkları...

Daha ne hikâyeler var da; buyurun efenim, bu da benim 17 Ağustos hikâyem...

Tam 22 yıl önce bu gündü. Sıcağıyla ve suskunluğu-puskunluğuyla, bir ağustos zemherisiydi tastamam...

Sıcaktı. Sıcaktı ve gece 03.02'yi bekliyordu zaman...

O zaman ki; acılardan arta kalan, on binlerce insanın kaderini değiştiriyordu...

O zalim gece; kana boyanmış o zalim dakika, on binlerce canı çekti aldı aramızdan...

Dedim ya: 22 yıl önce bugündü. Akşam saatleri. TRT İzmir Radyosu'nda çalışıyorum. İzmir Eşrefpaşa Camii'nin üst sokaklarının birinde evim. Tek başıma kalıyorum. Adını hatırlamıyorum şimdi sokağın. Ama hatırladığım çok şey var o güne, o günlere dair:

Konsomatrisler, pezevenkler, orospular, tombalacılar, fahişeler, çalgıcılar, gırnatacılar ve sonradan anladım ki; toplumun ötekileştirdiği gibi görünse de, kader mahkûmları, az kazananlar, az kazanmasına rağmen hayatta kalmaya ve direnmeye çalışanlar, kocaman yürekli insanların çok olduğu sokakların birinde...

Misafirim var o gün. Sabahtan geldi çocukluk arkadaşım Mustafa. İzmir'i gezdik. Eve taşınalı 2 ay ya olmuş, ya olmak üzere. Sokakta; hele de yazsa, 2 oturak, şilte, döşek atılan kaldırımlar, tüm komşular için yaşam alanı o zamanlar. Sokağa girdik, ayağa kalktılar. Takım elbiseyle gidiyorum ya hep işe...

- Müdür bey, iyi akşamlar, dedi. Görmüş geçirmişliği bellice, yaşlıca bir teyze...

- İyi akşamlar diliyorum teyzeciğim. Lütfen rica ediyorum, rahatsız olmayın. Nasılsınız?

- Sağ ol müdür bey. Siz nasılsınız? Misafiriniz var. Hoş geldiniz oğlum...

- Hoş bulduk teyze, iyi akşamlar dedi Mustafa. Eve geçtik...

Gece 2'ye kadar sohbet, muhabbet, eskilerden konuştuk. "Ağır Roman" filmini aratmayan, sürekli hareketin hâkim olduğu sokağımızda; 3 hakiki 1’i hafif olmak üzere 4 kavga, 2 dayılanma, 5 üstten ve yandan bakma, saatlerce çalgı - çengi, tüm olayları ayırma ve göbek havasına bağlama yaşandı. Hemen hemen her gün yaşanan gibi. Tabi ki, küfürlerin bini bir para...

Gece 2’de yattık. Kısa bir süre sonra uykulu ama olabildiğince korkulu, dehşet dolu gözlerle kalktık. Her yer sallanıyordu. Bitmedi o 45 saniye. Bittikten sonra nice ocaklara yazıldı, iz bırakan o acı dolu hikâye…

Şimdi anlıyorum da; her şeyin gittikçe kötüleştiği - anlamını yitirdiği bu çağda, sadece 22 yıl önceydi ama sanki başka bir devranmış geride kalan. Kötülerin ve kötülüklerin hâkim olduğu, başka bir dünya şu anda yaşadığımız zaman...

O insanların birbiriyle yardımlaşması, dayanışması. Can pazarı diyorum size, can pazarı. Pazarda satılmayan, parayla - pulla alınamayan, kocaman yüreklerinden gelen insanlıkları. 22 yıl önce bu gündü hatırımda kalan...

22 yıl önce bugündü. 17 Ağustos 1999, saat 03.02. On binlerce yaşam öncesi, on binlerce yaşam sonrası. Sadece, 45 saniye. Gecenin bir yarısı; felakete evrilecek, garip bir andı. On binlerce canın yittiği o devrik zaman...

Hayatını kaybeden 18 bin 373 kişi ve kaybolan 5 bin 840 kişiye; yaşanmışlıklarına, yarım kalmışlıklarına saygıyla...