“Ağzından lağım akar” deyip, yazıyı bitirmek mümkünse de, tarihe not düşmek adına iki kelam etmek gerekiyor.

Bu sürüden birkaçı, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, annesi Zübeyde Hanım ve manevi kızı Afet İnan için, ahlakın, erdemin ve insanlığın tüm sınırlarını zorlayarak küfretti. İlk değildir, son da olmayacaktır. Asıl hayret etmemiz gereken şey ise, ahalinin sanki ilk kez yapılıyormuş gibi şaşırması, dehşete düşmesidir. Sürünün basılı paçavraları ve camekânları, onlarca yıldır dökülmemiş bir vidanjör gibi, bu pisliklerden geçilmez. Ama neylersiniz ki, neyi savunduğu ve neye karşı çıktığı hakkında, okuma ve bilgi edinme tembeli olan ahali, ancak bataklık karışıp, ortalık pislik kokusundan geçilmemeye başladığında, duruma uyanmaktadır. O bataklık hep oradaydı.

Ahaliye niye kızıyorsun? Ondan önce, işi bu mikropları izlemek olanlar, Atatürk sayesinde ve önce onun var edip onurlandırdığı makamlarda oturanlar, bunca yıldır ne yapıyordu ve şimdi ne yapıyor-ne söylüyor diye sorarsanız, haklı olabilir, ama “Türkiye Cumhuriyeti Yurttaşı” olmanın hak, ödev ve sorumluluklarından kaçamazsınız. Yobaz taifesinin, her türlü değer üstünden bu ülkeye ve insanlığa saldırma oranıyla; o değerleri bireysel ve toplumsal yaşam alanlarımızda içselleştirme, yaşam biçimine dönüştürme ve elbette genç kuşaklara doğru biçimde anlatma oranımız arasında yapılacak bir muhasebe, hak-ödev-sorumluluk açısından ne halde olduğumuzu iyi anlatacaktır.

Elli altmış yıl geriye bile gidemeyen ve doğru düzgün bir tarih okumasını yapamayan, tuhaf bir yapımız var. O kadar geriye gitmeden, iki üç yıllık bir muhasebe yapalım. Yobaz yapılanmaların en azgınlarından FETÖ denilen güruh, kanlı bir darbe girişiminde bulundu. O günden bugüne, ortaya çıkan belge ve bilgiler, bu ülkenin başına nasıl bir çorap örüldüğünü anlatıyor. Ardından Anayasa Referandumu yapıldı ve tümüyle antidemokratik eşitsizliğe rağmen, “umudu kesme yurdundan” sözünü kanıtlayacak bir “hayır” oranı çıktı. FETÖ yobazının bu ülkenin nasıl bir tehlike yaşadığını kanıtlamasıyla, “hayır” oranının ortaya koyduğu potansiyel, sizce yeterince değerlendirildi mi, değerlendiriliyor mu? Muhasebe için, asıl soru budur. Gündelik tartışmalara, laf yetiştirmelere, kafa bulanıklıklarına baktığınızda, bu soruya olumlu yanıt verebilir misiniz? Bunlardan en çok mutlu olanlar kimlerdir, sormaya gerek var mı? Bu arada, eğitimden bilime, kültür sanattan hukuka neler yapıldığını merak eden var mı? Sorular, sorular…

Yobaz hep dile geldi. Duymazlıktan, görmezlikten gelmek en çok onun işine yaradı. Şimdi işi Mustafa Kemal Atatürk’e, Zübeyde Hanım’a, Afet İnan’a getirmesini bir “tüy dikme” olarak değerlendirip, dehşete kapılmanın âlemi yoktur. Yaptığı yalnızca, nicedir yazıp söylediğini, uygun zemin ve zamanı yakalamanın şımarıklığıyla, bir kere daha alenileştirmektir. Elimizden düşürmediğimiz internet sayesinde, acaba merak edip bakıyor muyuz: Yobaz taifesinin sözcüleri, bugüne kadar nerelerde bunları söylemiş? Lağım patlamasaydı, acaba nerelerde söyleyeceklerdi ve bugün kimler düzenledikleri etkinlikleri iptal etti? Şimdi bunlara “meczup, dangalak ya da haddini bilmezler” deyip geçmek, büyük fotoğrafı gölgelemek isteyenler dışında kimlerin işine gelir? Liboş taifesinin “düşünce ve ifade özgürlüğü” ambalajıyla, bu kepazeliklere yaptığı tedarikçilik, yardım ve yataklık, gereğince irdelenip anlatılıyor mu? Sorular, sorular… Bizim yanıtımız bellidir, nettir.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk, bu ülkenin miladıdır. O, düşünce ve eylemleriyle tarihtir, gerçektir. Yobazın küfrü, liboşun savrulmuşluğu, bu gerçekliği ortadan kaldıramaz. İlericiye düşen, devrimci tavrında ve yürüyüşünde, bu gerçekliğe saygı duyup, açtığı yol ve zemine sahip çıkmaktır. Tarihe saygı duymayanın, doğru okuyamayanın ve karşı devrimcilerin çanağında oyalananların, geleceği inşa etmesi olası değildir. Anısı, yapıtları ve büyük kişiliği önünde, her zamanki ve hep olacağı gibi, minnet, saygı ve sevgiyle eğiliyorum.