Su üfürdü, yel götürdü, geldik 100. yazıya. “Gazetecilerin gazetesi” olarak nitelenen, özgürlük ve bağımsızlığı yurtseverlikle harmanlayan, “Gelecekten hepimiz sorumluyuz” diyerek, okuruyla yazarıyla hepimize bir “duruş” öngören bu gazetenin parçası olmak, coşku ve sorumluluğu bir arada gerektiriyor. Çoğu zaman köşemin altında duran ve neredeyse yazılarımın parçası olan “gazete künyesi”ne her baktığımda, kendimi ve yazılarımı sorguladığımı ve daha niteliklisini yazabilirdim diye, sürekli bir muhasebe içinde bulunduğumu bilmenizi isterim. Gazetemiz emekçilerine, okur yoldaşlarımıza, gazetesine sahip çıkan herkese bir daha teşekkür ediyor, yoldaşlık onuruyla selamlıyorum. Gelelim konumuza.

Başlangıç tarihi ve kökenleri tartışmalı uzun bir süreci, at üstünde koşarak, çadırlarda konaklayarak göçebe olarak yaşadık. Yeni yerler fethederek, kollara ayrılıp başka diyarlara dağılarak, kimimiz bu kadarı yeter deyip olduğu yerde yurtlanarak, kimimiz de “Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan” yerlere ulaşana kadar, bu yolculuğu sürdürdük. Askeri genlerimizi ve kendimize dair kültürü başka diyarlara taşırken, çok doğal olarak o yerlerin etkileriyle, dilden dine, yaşama biçiminden dünyayı algılamaya, biz de bir sistem/ler değişikliğine uğradık. Sonra 600-700 yıl, bir ailenin egemenliğinde ve buyruğunda yaşama sürecine girdik. Devlet yapılanmamız ve alışkanlıklarımız, dinin de kesin etki ve buyruklarıyla, “fetih” anlayışımızı bambaşka bir boyuta taşındı. Bir süre sonra, sınır genişliği bağlamında devasa bir coğrafyaya ve küresel-emperyal bir güce sahip olduk. Dünyanın o süreçte yaşadığı sefalet, gücümüzün parıldamasına, tümüyle perişan yeryüzünün, bir kenti fethetmemizle yeni bir çağa evrilmesine neden oldu.

Bu çağ, insanoğluna bugün nimetlerini tıka basa yediğimiz, yepyeni yolculuklar sundu. Rota bilimdi, felsefeydi, sanattı. Bu yolculuklar, yalnızca fetih güdüsüyle değil, kaynakların ele geçirilmesini ve değerlendirilmesini amaçlıyordu. Bu amacın yan ürünü, “aklın özgürleşmesi”, “bireyin devletle ve dinle yüzleşmesi”, dünyanın yepyeni bir düzene nasıl ulaşabileceğine dair, yoğun bir düşünsel arayış deniziydi. Aidiyet kural ve koşulları, tümüyle ters yüz olacaktı, oldu da. İnsanlığın kuram ve pratiklerle neleri öngördüğünü anlayamayanlar, her şeyin kendilerince yürüyeceğini sananlar da vardı. Yanıldılar, çözüldüler, çöktüler. Menkıbeler, söylenceler, avunmalar işe yarayamazdı, yaramadı. Osmanlı İmparatorluğu, bu öykünün tragedya bölümünün en tipik örneğidir. Bunun en önemli nedeni, birkaç yazı tartışmayı düşündüğümüz, sistemin insana-insanın sisteme bakışında, o bakışın değişen ve gelişen dünyada hiçbir işe yaramayacağına dair algısızlıkta aranmalıdır.

Bu kısa öyküde, kendine göre örgütlenmiş devlet vardır, askeri ve dinsel erk vardır. Bu öyküde, erklerin koalisyonu, öz ve biçim arayışları, temelsiz arayışların oluşturduğu yapıların yozlaşıp çürümesi, sistemin nefes almasını sağlayan darbeler, ceberutluklar, suç ortaklıkları, cehaletin kutsanması vardır. Öyküyü sürükleyen aileler, öbekleşmeler ya da toplaşmalar ve yalnızca onları ilgilendiren erk savaşları vardır. Ama bu öyküde olmayan tek şey, yurttaş ve yurttaşlık bilinci (algısı, duyarlığı, vb) ile değişen dünyanın bu anlamdaki gelişmelerini okuyabilmek ve ilerleyişe ayak uydurabilmektir. Bu gidişata somut itiraz Cumhuriyet ve devrimsel girişimleridir. Oluşturduğu iklim, başka itirazların ve yöntemlerin serpilmesine de yaramıştır.

Bu girişimlerin, bugün pervasızca parçalanmasının nedenini, çapsızlık kadar, “yurttaşlık bilinci” eksikliğine duyulan güvende de aramak gerekmektedir. Bu bilincin harekete geçmesine, sorgulamasına, itirazına neden şaşıyorlar, öfkeleniyorlar, saldırganlaşıyorlar dersiniz? 101. yazıda, bunlardan söz edeceğiz. Katkınızı bekliyorum.