Tarık Dursun K. vardı. Bir çocuktu o zaman. İkinci Dünya Savaşı’nın ayak sesleri duyuldu. Önce ekmek karneye bindi. Sıkıntılar üst üstüne gelir ya! Baba Halit Kakınç evi terk edip İstanbullara yerleşti. Anne ve iki çocuk kaldı geride. Kadifekale’deki iki odalı bir evde yaşandı tüm acılar... Üç yıl geçti. Tarık Dursun, on yaşındaydı artık. Anne ikinci evliliğini Muzaffer Bey ile yaptı. Üvey babasını sevdi Tarık Dursun. Büyüdü, önemli bir yazar oldu. Muzaffer babasını hiç unutmadı. İzmir’de, Büyükçiğli Mezarlığı’nda, bir kabrin mezar taşında Muzaffer Gögen ile Tarık Dursun K. yazıyor.

Aslında orada bir “baba ile oğul” birlikte yatıyor.

“Sevgi neydi? Sevgi iyilikti, dostluktu; sevgi emekti.” Sevgi, öylesine bulduğumuz, kırıp yok edip sonra aynı şekilde yaşatabildiğimiz bir şey değil ki... Cengiz Aytmatov’un eserinden sinemaya uyarlanan “Selvi Boylum, Al Yazmalım” filminde Asya’nın filmin sonunda içsesi “sevgi ne demek” onu sorguluyordu. Asya, filmin esas oğlanı İlyas ile yardımcı roldeki Cemşit arasında yol ayrımındaydı. Asya, İlyas’ı tercih etseydi bu eser sıradan, benzerlerini çok gördüğümüz bir öyküye dönüşecekti. Asya, “Sevgi neydi? Sevgi iyilikti, dostluktu; sevgi emekti.” dedi; Cemşit ile yola devam etti.

Emekle, dostlukla büyütülen böylesine bir sevgi ünlü yazar Tarık Dursun K.’nın yaşamına da damga vurdu.

O zaman buyrun… Öykümüzü anlatmaya başlayalım.

Nüfustaki yazılışıyla Dursun Tarık Kakınç, 1931 yılının Mayıs’ında Karşıyaka’da doğdu. Anne Neriman Ayşe Hanım kara Bostanlı’sından... Baba Mehmet Halit Kakınç ise İstanbullu. Tarık Dursun’un küçüklüğü Mezarlıkbaşı Alireis Mahallesi’nde annesi, babası, ağabeyi Faruk ve babaannesi ile küçük bir evde geçti.

1

HALİT BEY EVİ TERK ETTİ

Tarık Dursun’un babası Mehmet Halit Bey, maliye memuruydu. Mehmet Halit Bey biraz da ekonomik sıkıntılardan dolayı akşamları tabela yazarak ek gelir sağlamaya çalışıyordu. Halit Bey, 1939 yılında bir gün ortalıktan kayboldu. Bütün aile endişe içinde kaldı. Bir süre sonra Ayşe Hanım, eşinin İstanbul’a gittiğini öğrendi.

Tarık Dursun otobiyografik öykülerden oluşan Bahriyeli Çocuk kitabında babasının gidişini anlatır.

“…Babam, ‘Tomaza’daki (Deniz Bostanlısı) bir arkadaşımın çocuğu sünnet oluyor. Ben oraya gidiyorum. Düğündür, içilir miçilir. O saatten sonra dönmek için vasıta bulamam. Sen beni sakın merak etme emi!’ demişmiş anneme.

Birinci gün hiç merak etmedik. İkinci gün, annemin içine bir kurt düştü: Acaba, içti falan da başına bir hal mi geldi? …Bekledik. Pazartesi oldu, pazartesinin gecesi oldu, babam gelmedi. Annem bütün gece uyumadan bekledi. Salı sabahı erkenden kalktı, ağabeyimi okuluna gönderdi, beni giydirdi, elimden tutup babamın dairesine gittik ikimiz… Babamın arkadaşı Safter Bey, ‘Halit gitti, Ayş’anım, yalnız inanın nereye gittiğini ben de bilmiyorum. Size bu kadarını dahi söylemem için bana yemin verdirdi. Ama, görüyorsunuz, yüzüm tutmadı size karşı.’ …Annemi ilk kez o gün ağlarken gördüm.”

SELANİKLİ MUZAFFER BEY

Aradan üç yıl geçti. Ayşe Hanım, Muzaffer Bey ile evlendi. Muzaffer Bey, 1924’te yapılan mübadelede Selanik’ten gelen bir ailenin çocuğuydu. Rüşdiye’den sonra Viyana’da Güzel Sanatlar Mektebinde okumuştu. Muzaffer Gögen’in, önceki evliliğinden iki kızı vardı. Ayşe Hanımla evlendiğinde ise Yeni Asır gazetesinin klişehanesinde çalışıyordu. Gerisini “Bahriyeli Çocuk” isimli hikaye kitabı ile devam edelim.

“…Babamın çoluk çocuğuyla evini barkını ansızın bırakıp gitmesinden ancak üç yıl sonra annem, Muzaffer babama vardı. Eskiden mi tanışırlardı, bir rastlantıyla mı tanışmışlardı, babamın ahbaplarından biri miydi, bilemiyorum. Hiç yabancılık çektirmedi bize. Üvey babalık da etmedi, tam babalık da. Sessiz, soluksuz, az konuşan, çok hızlı yürüyen, incecik bir adamdı. Selanikliydi; annem kavgaya tutuştu mu, ‘Dönme, pis Yahudi’ diye kızdırırdı onu.”

Muzaffer Bey, Ankara’da bir matbaada, sonra Balıkesir’de orman işletmesinde daha sonra da İzmir’de Tariş’te çalıştı. Ayşe Hanım ve çocuklar da Ankara ve Balıkesir’de Muzaffer Beye eşlik ettikten sonra Ankara’ya geri döndü. Tariş’te çalıştığı dönemde Muzaffer Bey aileye düzenli para yollayamıyordu.

Bahriyeli Çocuk’taki öykü anlatsın.

Ne zaman bir araya gelseler annem hep kızardı Muzaffer babama. Söylenir, incir çekirdeğinden kavga konusu çıkarır, habire haşlardı onu. Çok eski, çok birikmiş, bir türlü karşılanamamış bir kini vardı sanki. Muzaffer babam uysal bir kişiydi, hiç kızmazdı, hiç kavga etmezdi. Oturur, dinlerdi yalnızca, hep susardı. Annem kavgalarında haklıydı da ondan mı? Kim bilsin…”

Ayşe Hanım ve Muzaffer Bey’in bir kızı oldu, adını Esin koydular.

HALİT BEY OĞLU TARIK’I TANIYAMADI

Tarık Dursun, ortaokulu dışardan bitirdi. Para kazanmak için köftecilik, tramvayda biletçilik yaptı. 1952 yılının Nisan ayında İskenderun’da askerlik görevine başlayacaktı. Tarık Dursun, içinde bir yerlerde Halit babasını yaşattı. Oysa Halit Bey, geçen onca yıla rağmen çocuklarını ne aradı ne de sordu. “Canı sağ olsun… Öz babam benim nihayetinde.” dedi. İyi kalpli bir evladın tüm iyimserliği ile babasını arayıp bulmaya karar verdi. İstanbul’da babasını bulacak ve “Baba, ben askere gidiyorum ver elini öpeyim” diyecekti. Bandırma’ya kadar tren, oradan gemiyle İstanbul… Halit Kakınç yaptığı tabelaların altına ismiyle imza atardı. Tarık Dursun, Taksim’den başladı. Esnafa sordu, dükkan dükkan tabelaların izini sürdü. Tarık Dursun babasını Mecidiyeköy’de “Tramvay Deposu’nda” çalışırken buldu. Halit Bey, karşısında duran genç adamı tanıyamadı.

Bahriyeli Çocuk’taki bir başka hikaye, yıllar sonra gelen bu karşılaşmayı anlatır.

“ ‘Ben oğlunum’

Büyük olanı mı” diye sordu. Başımı salladım. Geri çekilip süzdü. 'Çok büyümüşsün' dedi. (Çocuklar da büyürler, tabii. Hiç kimse bırakıldığı gibi kalmıyor. Ben de büyüdüm, kocaman bir adam oldum. Ekmek derdine düştüm, her işe girdim, çıktım. Okuyamadım. Babam yoktu benim.)

Şimdi…’ dedi.

Önümüzdeki hafta askere gidiyorum” dedim.

O kadar oldu, demek?'

Oldu’

Babamın eline eğildim. Öptüm. ‘Hoşça kal’ dedim. Elinin yağlı boya kokusu burnuma yapışmıştı sanki. Gönlüm bulandı, kusmak istedim, kendimi zor tuttum…”

Yıllar sonra gelen bu görüşmeden sonra Tarık Dursun bir daha öz babasını aramadı.

Öte yandan Muzaffer babasının ismini ise doğan çocuğuna verdi.

Tarık Dursun, Nermin Hanım ile evlenmişti. Nermin Hanım, 30 Ağustos 1955 günü bir bebek dünyaya getirdi. Tarık Dursun, Muzaffer babasına hürmeten çocuğunun ismini Muzaffer koydu.

Bu dönemde Tarık Dursun’un hikaye kitabı Hasangiller yayımlandı.

Tarık Dursun K. adıyla yayımlanan kitaplar kitapçı vitrinlerini süslüyordu. Tarık Dursun’ın, soyadını Kakınç yerine K.’yı kullanmasının nedenlerinden birisi de (“Birkaç nedeni var” derdi; ağabeyi Faruk Kakınç’ın isminden ayrışmak, İzmir hergeleliği v.s.) babası Halit beyle yaşadığı olumsuzluklardı.

Tarık Dursun K. ve ağabeyi Faruk Kakınç’ın ünleri gittikçe yayılıyordu.

Baba Halit Bey de biliyordu artık Tarık Dursun’un ünlü bir yazar olduğunu. Halit Kakınç, ekonomik durumu bozuk olduğu gerekçesiyle çocuklarından para alabilmek için onlara dava açtı. Tarık Dursun itiraz etmedi, avukatı aracılığıyla da “Ne diyorsa peki diyoruz” mesajı yolladı.

Tarık Dursun K. 1970 yılında ölen Halit Kakınç’ın cenazesine gitmedi.

Muzaffer Bey ise 1984 yılında 92 yaşında öldü.

Tarık Dursun Muzaffer babasının her dönem yakınında kalmayı bildi.

'ÜVEY BABAMDI AMA ÜVEY BABAM DEĞİLDİ'

Tarık Dursun’u tanıdığımda, Karşıyaka’da Cemal Gürsel Caddesi üzerinde Nikah Sarayı’na varmadan Konak Apartmanı’nın giriş katında oturuyordu. 2013 yılıydı ve ülke yine sıkıntılı bir süreçten geçiyordu. Tarık Ağabey ile sohbetlerimizde daha çok edebiyat ve sinema içinde kalıyorduk. Eski İzmir, 1950’li yıllarda kentin insan manzaraları da bizim başlıca sohbet konularımız olurdu.

Hatırlıyorum da onu farklı kılan özelliklerden birisi her şeyi mizah konusu yapabilmesiydi. Utanılan, saklanan, mahrem diyerek ağzına kilit vurulmuş ne varsa önce mizahi bir üslupla anlatmayı denerdi. Mizahla anlatamasa da ifade etmenin bir yolunu bulurdu. Emin olmadığı ya da dile getirmede zorlandıklarını ise soru cümleleri şekline dönüştürürdü.

Tiryakisi olduğu Uzun Samsun sigarasını yakar, bir nefes çektikten sonra tablada kendi haline bırakırdı. O kadar çok sigara yakmasına rağmen tırnaklarında sigara dumanının bıraktığı kınamsı bir iz yoktu. Ellerinde kırışıklıktan, ihtiyarlara özgü benlerden de eser yoktu. Canlı yüz hatlarıyla çocuksu bakışlarını fırça gibi sık saçları tamamlıyordu. Onun görünümü geçmişten bu güne bir süreklilik arz ediyordu.

Parky adını verdiği Parkinson hastalığı ile yaşamayı öğrenmişti. Heyecanlandığı ya da üzüldüğü zaman hastalığının yarattığı sarsıntılar bütün bedenini esir alırdı.

Sohbetlerimizde Muzaffer Bey’in ismi geçtiğinde hep gözleri dolardı. Bir gün sigarasını yaktı, “Biliyor musun, Muzaffer babam 92 yaşında öldü, onu yanında sigara içmedim. Kaç defa ‘Gel çocuğum içerde iç. Gitme dışarısı soğuk’ dese de dinlemedim. Üvey babamdı ama üvey babam değildi.” dedi.

Tarık Dursun K. 10 yaşında tanıdığı Muzaffer Bey ile yaşam boyu sürecek güçlü bir bağ kurdu. O sevgi bağı ki kan bağından bile öteydi. Tarık Dursun, 84 yaşında öldüğünde onu Muzaffer babasının yanına gömdüler.

2015 yılının sıcak bir Ağustos günüydü…