11 Ekim’de Karşıyaka’da, “Türkiye’de Sanat ve Tiyatro” üstüne konuştuk. Konuklarımız yalnızca işlerini yapmakla yetinmeyen, işleri üstüne düşünce ve eylem üreten, görüşlerini paylaşalım ya da paylaşmayalım, “Ben işimi yaparım, gerisine karışmam” sıradanlığını reddeden Cezmi Baskın, Orçun Masatçı ve Levent Üzümcü’ydü. Söyleşimiz beklendiği gibi Şehir Tiyatrosuna geldi ve uzun süre konuşuldu. Masatçı, mutlaka kurulması gerektiğini ve umutlu olduğunu, bunun da geniş bir platformda konuşulması gerektiğini söyledi. Baskın, geçmişteki deneyimlerden ve niteliksizliğin galebe çalacağından endişeliydi. Üzümcü’nün söyledikleriyse, her açıdan ilginçti.

Üzümcü’ye göre, İzmir’de Şehir Tiyatrosu kesinlikle kurulmamalıydı. Böyle bir yapılanmanın insan kaynağı İstanbul olacaktı ve gelenlerin ihtiyaçları karşılanamazdı. İlle kurulacaksa, örneğin Almanya’da etkinlik gösteren Theater an der Ruhr örneği çalışmalıydı. Bunun bir adı da “Prodüksiyon (Yapım) Tiyatrosu”ydu. Kurulacak topluluk çekirdek bir yaratıcı kadroya sahip olmalı, sahneye konulacak oyuna göre kadro kurulmalı ve yerel yönetim de destek olmalıydı. Değerli dostuma, bir iki noktada itiraz ettim.

40 yıla yaklaşan GSF Sahne ve Görüntü Sanatları Bölümüne ve hatırı sayılır tiyatro emekçisine sahip İzmir’de bir Şehir Tiyatrosu kurulacaksa, “insan kaynağı” olarak ilk ve tek yer İstanbul olamazdı. Bu itirazımı, kentin potansiyelini değerlendirmeyi düşünmeyen bir zihniyetin, baştan hüsrana uğrayacağını söyleyerek gerekçelendirmeye çalıştım. Bunu söylerken, aklıma örneğin Basmane’ye bıraksan Gündoğdu’yu bulamayacak insanların, geçmişte İzmir’e çare, çıkış ya da temsilci olarak dayatılması geldi. Coğrafya öğrenilebilirdi, ama kentin dokusu, kokusu, genetiği, refleksi bilinmeden, bir kentin Şehir Tiyatrosu yönlendirilemez ve yaşatılamazdı. “Tiyatro Toplumbilimi” denen bir disiplin, boşuna sanat eğitiminin ve yönteminin kaçınılmaz gereği olarak, elli yıldır konuşulup tartışılmıyordu. Geçmişteki girişimlerin, iki metre sonra lastiği patlatmasının bir nedeni de, kuşkusuz buydu. Ve bu söylenenlerin, mikro milliyetçilik ya da kent şovenizmiyle uzaktan yakından ilgisi yoktu.

O masadaki üretken ve dinamik söyleşi de kanıtladı ki, “İzmir Şehir Tiyatrosu”nu oldubittilere, ötesi beri düşünülmeden kaynatılan coşkulara, popülist yaklaşımların günübirlik kazanım beklentilerine kurban etmeden konuşmak, tartışmak, bilimin ve sanatın gereklerine göre demlendirip, kente kazandırmak gerekiyordu.

Üç haftadır, konuya dair bir perspektif sunmaya, görüşlerimizi paylaşmaya çalıştık. Sütre gerisinde ikbal beklemeyen ya da kulis dehlizlerinde kıymık derlemeye tevessül etmeyen herkesin, bu konuda görüşlerini “Türkçe ve mertçe” dillendirmesi beklenir. Azmanların değil, uzmanların yönlendireceği bir sürece ihtiyacımız var. Bunları göz ardı ederek kalkışılan girişimler, İzmir’e yitirilmiş zamanlar, heder edilmiş enerjiler, değerlendirilmemiş ve uzaklaştırılmış birikimler dışında, bir yarar getirmemiştir. Şimdilik son sözümüz, daha doğrusu virgülümüz bu olsun.

Geçenlerde, Kadifekale sırtlarında çalışmaları süren Antik Tiyatromuzun, 2023’te Tarkan konseriyle açılacağına dair haberler çıktı. Demek ki dört yılımız var ve insan telaşlı bir coşkuya kapılıyor.

Bana göre, Antik Tiyatronun gün yüzüne çıkıp, soluk alıp vermeye başlayacak olması, İzmir için “bin yılın olayı”dır. Bir adım öteye gideyim, “kent dönüşüm nedir?” sorusuna, gerçek bir yanıttır. Tarih, bu girişimi başlatanları, sürdürenleri ve emek verenleri, saygı, minnet ve vefa duygularıyla yazacaktır. Pek sevemediğim benzetmeyle “marka”, yinelenmekten yıpranmaya yüz tutmuş betimlemeyle “hikâye”, Antik Tiyatro sayesinde İzmir için ete kemiğe bürünecektir. Gelin, önce buna dair kentte ve kentlide bir “aidiyet” oluşturalım. Açılışı kiminle yapıp yapmayacağımızı, mekân-içerik bağlantısını konuşacak zamanımız nasılsa olacaktır. Yanılıyor muyum?