108 yıl önce, 13 Nisan 1914’te İstanbul-Beykoz’da doğdu. Gün; yine, yeniden şair dostlar. Hem öyle böyle bir şair değil. Gün; şiiri hayata, hayatı şiire bağlayan bir garip Orhan Veli

 Kendi hikâyesini şöyle anlatır Orhan Veli:
"1914 yılında doğdum. 1 yaşında kurbağadan korktum. 9 yaşında okumaya,10 yaşında yazmaya merak saldım. 13'te Oktay Rifat'ı, 16'da Melih Cevdet'i tanıdım. 17 yaşında bara gittim. 18'de rakıya başladım. 19'dan sonra avârelik devrim başlar. 20 yaşından sonra da para kazanmasını ve sefalet çekmesini öğrendim. 25'imde başımdan bir otomobil kazası geçti. Çok âşık oldum. Hiç evlenmedim..."

Yakın arkadaşı Sait Faik, kısaca şöyle betimler Orhan Veli'yi:

"İki incecik bacak, kısaca bir trençkot, kanarya sarısı bir kaşkol, şişirilmiş bir göğse benzeyen bir sırt, müselles -denebilirse ergenlik bozuğu- bir yüz. İşte görünüşte Orhan Veli..."

Hiç evlenmedi Orhan Veli. Hiç evlenmedi ama Aşk’ları vardı; dize dize, şiirlerinde de okuduğumuz. Sonuncu aşkı Nahit Hanım'la, bir sonbahar sabahında Boğaziçi Vapuru'nda tanıştı...

Nahit Hanım ise şöyle anlatır Orhan Veli'yi:

"O'nu tek kelimeyle anlatmaya çalışsam, hüzünlüydü derim. Hüzünlüydü... Mahzundu... Bence tabii ki... Başkalarına göre, başka türlü olabilir. Yapısından geliyordu bu hüzün... Her şeyi, ama her şeyi içine atmasından... Öfkesini bile içine atardı... Sıkıntılarını da... Hüzünlüydü ve sessizliğe gömülürdü çokça... Konuşmazdı... Sıkıldığında, üzüldüğünde hele, ağzını bıçak açmazdı... Şimdi gelirim der; kalkar gider, ya yarım saat sonra, ya üç gün sonra gelirdi...

‘Mahzun durmak’ şiirinde anlatır bu tavrını zaten: "Sevdiğim insanlara kızabilirdim. Eğer sevmek bana mahzun durmayı öğretmeseydi..."

Çocuksu bir yanı da vardı... Bazen; olur olmaz küçücük şeylere neşelenir, çocuk gibi davranırdı... Bir gün bana bir avuç bilye hediye etmişti... Ne severdi yürüyüşe çıkmayı... Ne çok yürürdük birlikte... Ama Melih Cevdet'le; Çubuk Barajı'nda geçirdiği trafik kazasından sonra, yürümemeye başladı... "Vazgeç Nahit Hanım; yürümeyelim, gel şu salaş kahvede oturalım..." derdi...

Bedensel bir yorgunluk duyuyordu hep… At yarışlarına da gitmek büyük eğlenceydi bizim için... Ve hep kaybederdik..."

36 yaşındaydı ve çok sevdiği Ata'sına duyduğu saygı ve sevgiden;10 Kasım törenlerine katılmak için,1 haftalığına İstanbul'dan Ankara'ya gelir...
10 Kasım 1950... Akşam saatlerinde; Ankara'da karanlık bir sokakta yürürken, bir PTT çukuruna basar. Başından yaralanır. Üstünde durmaz. 2 gün sonra İstanbul'a döner...
14 Kasım'da, arkadaşı Erol Güney'e konuk olduğu öğle yemeği sırasında fenalaşır. Cerrahpaşa Hastanesi'ne kaldırılır. Doktor, önce alkol zehirlenmesi tedavisi uygular. Ancak asıl hastalığı, beyin kanamasıdır. Akşam komaya girer. Gece saat 23.20'de,Cerrahpaşa Hastanesi'nde hayata gözlerini yumar Usta...

"İstanbul'da, Boğaziçi'nde,
Bir garip Orhan Veli'yim.
Veli'nin oğluyum,
Târifsiz kederler içindeyim…


Urumeli hisarına oturmuşum
Oturmuş da bir türkü tutturmuşum…


İstanbul'un mermer taşları,
Başıma da konuyor martı kuşları.
Gözlerimden boşanır hicrân yaşları.
Edâlım, senin yüzünden bu hâlim…


İstanbul'un orta yeri sinema.
Garipliğim,
Mahzunluğum duyurmayın anama.
El konuşur, sevişirmiş, bana ne!
Sevdâlım, boynuna vebâlim…


İstanbul'da, Boğaziçi'ndeyim.
Bir garip Orhan Veli.
Veli'nin oğlu tarifsiz kederler içindeyim..."

Bir Garip Orhan Veli’ydi, henüz 36'sında…Gencecik, pırıl pırıl. Hayata dair, Aşk'a dair, daha birçok yazacakları varken; 14 Kasım 1950’de çıktı ruhu arafa, uzandı sonsuzluğa… Ama kendisini, şiirlerini, hikâyesini andıkça, hatırladıkça-hatırlattıkça yaşıyor Usta...  Gün, Orhan Veli dostlar. Orhan Veli, 108 yaşında. Çok sevdiği İstanbul'una, Urumelisarı'na, Boğaziçi'ne, martılarına, denizine, rakı şişesindeki balığına en içten, ışıltılı selamlarımla. Yakın dostları Sait Faik’e, Melih Cevdet’e, Oktay Rifat’a; Usta’ya, anısına ve muhteşem üretimlerine, Türk şiirine katkılarına saygıyla…