Ölüm sayılarının artması, mezarlıklara yeni sakinler kazandırırken, zamansız gidenlerin acılarını da yakınları yaşıyor.

Ama ne yazık ki o kahrolası “para” yüzünden ne doğru düzgün tedbir alınıyor, ne testler ne de aşılar akla ve mantığa uygun yapılıyor.

Erkan-ı devlet meseleyi sadece “vatandaş kendisini korusun, sosyal mesafe, maske” kelamıyla görmeye çalışıyor. Oysa başta iktidar partisi olmak üzere ne kadar “örnek” olması gereken varsa, kendi söylediklerinin tersine vaziyet alıyorlar.

Bu salgının siyasi partisi, etnik kökeni, ırkı, kanı, cinsiyeti yok. İnsanlık medeniyetine yapılan topyekûn saldırı bu ama nedense, daha iyi olduğumuz dönemlerdeki tedbirleri bile alamıyor erkân-ı devletimiz.

Adına devletin “bilim kurulu” dediği heyet-i kebir, bunca olumsuz artışa rağmen hâlâ disiplinli, dirayetli ve ciddiyetle “ilmi duruşu” sağlayamıyor.

Ne düşünmeliyiz sizce?

Hep beraber korona olup ölelim mi?

Ya da erkân-ı devletimiz bizim ölmemizi mi istiyor?

Yoksa bu “gizli nüfus planlaması” yöntemi mi?

Bilgileri “saklama” iddialarına inanmıyordum ama şimdi bakandan valiye sürekli olarak topu vatandaşa atma alışkanlığına bakınca inanasım geliyor. Ama hâlâ bu “gizleme” mantığını anlayamıyorum.

Şu anda durumumuz başlangıca göre daha kötü ama günlük yaşamı sınırlayacak bir tedbir yok. Kimse bana “cumartesiler yasak” ya da “mekânlar 7’ye kadar açık” kelamı etmesin. Çünkü bunların sadece “dostlar alışverişte görsün” olduğunu düşünüyorum. Yaklaşan Ramazan ve bayramı “yasaklayarak” bir şey olur mu bilemem, lakin dirayetli bir “kapatma” hem de en az bir ay kapanmanın yararlarını onurlu bilim insanları sürekli söylüyor.

İşin ekonomik yönü denen konu da, gerçekten onur kırıcı boyutta. Yani “yurttaş sağlığını korumaktan” önemli ne olabilir “devlet aygıtı” için? Bazı yüzsüz patronların kâr hırsı mı mesela? O zaman “sermaye” apaçık “devletten önemli” saçma düşüncesi çıkar ortaya ki, bunu mevcut iktidarın dahi savunacağına inanmam.

O hâlde?

Koskoca devletin “bilim kurulu” bazı çekincelerden dolayı “duruş” sergileyemiyor ama İzmir Büyükşehir Belediyesi Bilim Kurulu, aslanlar gibi sergiliyor. Çünkü güneş balçıkla sıvanmaz.

Vali Bey ya da Bakan Bey istedikleri gibi “uyarı” yapsınlar, Vali Bey “denetim yapıyoruz” diye dolandırsın mevzuyu, sokakta 1 saat yürüyünce “gerçek olan gerçeği” zaten görüyoruz. Polis denetimleri sadece “kamera” önünde “denetim.”

Neyse İzmir Büyükşehir Belediyesi Bilim Kurulu, halkının ölmesini değil, yaşamasını istemiş. Açık açık da önerilerini sıralamış. “4 Haftalık Tam Kapanma” şartına da öncelik vermiş.

Başka ne demiş?

“Kayıt içi ve dışı alanlarda çalışanların tümüne tam ücret, işsizlere asgari ücret verilerek tam kapanma sağlanmalı. Yaşam için zorunlu alanlar dışında üretim durdurulmalı, tüm iş yerleri kapanmalı. Yüksek ve çok yüksek riskli illere giriş çıkış kısıtlaması getirilmeli, özellikle varyantların yaygın görüldüğü iller arasındaki ulaşım kısıtlanmalı ve sıkı takibi sağlanmalı. Enfekte kişilerin ülkeye girmelerini engelleyecek önlemler alınmalıdır:

Çok riskli ülke ve/veya bölgeler tanımlanmalı, güncellenmeli ve bu bölgelerden girişler bir süreliğine tümüyle durdurulmalı. Tüm ülkelerden girişlerde negatif test sonucu belgesi aranmalı veya testin girişte yapılması zorunlu tutulmalı, varyantların yaygın olduğu ülkelerden girişlerde giriş öncesi test, girdikten sonra test, karantina ve karantina sonu testi zorunlu olmalıdır. Yüksek ve çok yüksek riskli illerde sağlık kurumları başta olmak üzere zorunlu iş kolları dışındaki kapalı alanlarda 6’dan fazla kişinin bir araya gelmesine izin verilmemeli. Kuralların herkese eşit uygulanması sağlanmalı, ayrıcalık tanımlanmamalıdır.”

Önümüzdeki bayramın “bayram” olması isteniyorsa sadece iki şey yapılacak. Biri acil kapanma kararı alınacak, diğeri de maliyet müteahhitlere yüklenecek, onlara verilenler alınıp halka iade edilecek. İşte bu kadar!

İzmir Büyükşehir Belediyesi internet sitesine girin, o onurlu bilim insanlarının vatandaşlarına duydukları sorumluluğu paylaşın. Kendi adıma da Başkan Tunç Soyer’i tebrik ediyorum. Bir siyasi olmasına rağmen “bilimi” siyasetin önünde gördüğü için.

Eğer durumun vahametini iktidar ya da iktidar partisi anlamamakta ısrar ederse, gelecekte mezar taşlarına öyle şeyler yazılacak ki belki, kulaklar çın çın çınlayacak.

Bu arada test konusu “sektör” oldu, aşılama programı saçmaladıkça saçmalıyor. Ama bilinsin ki “ölüler” ne para ister, ne aşı ne de test.

Şu yaklaşan Ramazan’ı düşünüyorum da, ne olurdu sanki Diyanet İşleri hutbelerde “para ve menfaat hırsının mezarda işe yaramayacağını da” anlatsa.

***

ISRAR VE İNAT EDİYORUM OSMANLICA’DA!

Geçen yazımda “Osmanlıca öğrenilmeli.” dedim, ilginç tepkiler aldım. Ama kuşkuya da düştüm. Tepki gösterenlerin ortak yanları benim “harf devrimine karşı olduğum” düşüncesiydi. İnanın şaşırdım. Şaşırdım bunların arasında ilginçtir bazı “akademisyenler de” var.

Düşüncesine göre ayırmam kimseyi. Ama yeter ki düşünce olsun. Daha bir, iki yıl önce beni ziyaret eden, rakı içtiğimiz bazılarının hâlet-i ruhiyelerine acıyorum artık.

“Okullarda Latin harfleri kalksın, Osmanlıca yazı dili resmi olsun.” mu dedim?

Yazdığımı “nasıl” okuyorlar anlamadığım gibi, en çok da “Ama yazdıkların öyle anlaşılabilir.” dendiğinde sinirleniyorum. Herkes kendi düşüncesini söylemekle mükelleftir, neden başkaları adına da “fikir beyanı” hak görülüyor ki?

Dediğim şu. Özellikle 1800’lerden itibaren “İzmir tarihi yeniden yazılmalı.” diyorum işte o kadar. Bunun için de Osmanlıca şart. Neden yabancı tarihçilerin yazdıklarına itibar edelim ki? Arzu eden öğrenir, gelir Milli Kütüphane’ye ya da girer APİKAM'ın internet sitesine, okur mesela “Hukuk-u Beşer’i” ya da “Ahenk’i” veya “İzmir’e Doğru’yu”… Ama ilk elden kendi anlar. Başkasının anlattığına değil, kendi anladığına bakar. Sorgular olan biteni. Bakalım okuduğumuz tarihte boşluklar, yanlışlar, gizli saklı gerçekler var mı, merak eder.

Gelecek hafta Hakkı Uyar gibi, Kemal Arı gibi, Bayram Bayraktar gibi, Mehmet Çelik gibi, Mithat Vural gibi, Taner Kerimoğlu gibi, Başak Ocak gibi, Mevlüt Çelebi gibi, Cahit Telci gibi ciddi tarihçilerle görüşmeye başlayacağım. Mustafa Üzel ile özel bir görüşme yapacağım. Başkaları da olacak tabii. Sonra da ne öğrenirsem size yazacağım.

Örneğin, İzmir’deki “reddi ilhak” davasında İtalya etkisi var mı? İzmir’in kendilerine verilmeyişine “gıcık” olan İtalyanlar, Yunanlara inat İzmir’deki “millicilere” yardım ve destek oldular mı? Ya da İzmir’in kurtuluş mücadelesinde “kuvvacı olan” Rum, Ermeni ve Musevi yurttaşlar var mıydı? Belediye Reisi Hasan Paşa, Hrisostomos, Rahmetullah Efendi, Rahmi Bey, Kambur İzzet, Stargiadis falan gerçekten “bize anlatıldığı gibi mi” yaşadılar ve öldüler?

Ya da Kurtuluş’tan sonra İzmir’de “hesaplaşma” neden olmadı veya oldu da yazılmadı mı? Uşakizade Muammer Bey, “işgal sürecinde” neler yaptı? Ya da “Teğmen Luka” ile “Strato Tuzcuoğlu” kimlerdi?

Osmanlıca önemli…

Eğer öğrenilirse belki de “İzmir Fuarı” tarihi de “başka türlü” yazılabilir.

Benim hislerim bu doğrultuda. Zira derdim, tarihimizdeki “emperyalist” dokunuşları kaldırmak ve bu dokunuşlara dolaylı doğrudan sahip çıkan sözde yerli aydınları deşifre etmek. İşte bu kadar yani?

Neden şimdiden bu kadar toz çıkardı anlamadım?