12 Eylül’ün takiyesi, Atatürk’tü. “Our boys”, emperyalizmin isteğini yerine getirirken, her cins faşistin yaptığı gibi, işlediği haltları kitlelerin algısından kaçırmanın yoluna muhtaçtı, buldu. Bu çete, bu ülkeyi mahvedecek her türlü belaya alan açarken, asker siyasete girmesin, siyaset inanca bulaşmasın, inanç yobazlaşmasın da çağdaş laiklik ilkesi içinde saygınlığını korusun, eğitim çağdaşlaşsın, “Benim manevi mirasım bilim ve akıldır” diyen bir devrimciyi; aşağılık taktiklerle bir kamuflaj malzemesine dönüştürdü. Nadir Nadi’ye “Ben Atatürkçü Değilim” dedirten, işte bu soytarılıktı. Uğur Mumcu’ya “Hepsi bir gün bu ülkenin başına dert olacak” dediği gelişmeler, işte böyle başladı.

Bugün “Demokrasi Şehitleri” olarak andığımız yiğit insanlar, toplumsal sorumluluk duygusuyla “itiraz dilekçesi” yazdıkları için yargılanan gerçek aydınlar, barış kardeşlik aydınlanma çağrısı yaptıkları için faili meçhullerde yitirilen nice güzel insanlar bunun bedelini öderken, kimi beyin felçliler de bu takiyeyi alkışladı, yedek parça tedarikçisi, yardım ve yataklık suçlusu oldu.

İşin en acısı, bin silindirle üstlerinden geçilirken, şafaklarda nice darağaçları kurulurken, kendine “sol” diyen kimi kesimler, bu fotoğrafı göremeden, muhalifliği Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü ve mücadelesini reddetmek ve yadsımak sandı. Tarihin “o anın gerçekliği” içinde irdelenmesi gereğini unutanlar, hafıza katillerini çok memnun eden saçmalıklarla, savrulup gitti. Oysa dünya görüşlerinin temelindeki kavramlardan biri “diyalektik”ti.

Bir gün “Sol ve Türkiye” konulu bir kitap yazılırsa, bunlardan söz edecek, Deniz Gezmiş’ten Mahir Çayan’a, Behice Boran’dan Aziz Nesin’e, bu toprakların genetiğini ve “hikâyesini” bilen gerçek devrimcileri saygıyla yâd edecektir.

Muhabbeti ağırlaştırmak istemem. O yüzden 12 Eylül peydahlaması Özal’ın bayrağı altına toplanıp, bugün de uygun adım yürüyen liboşlara ya da söylem ve duruş olarak itiversen faşist, dürtüversen yobaz olacaklara ve söylemiyle duruşuyla habire saçmalayanlara, zaman ve köşe yitirmenin gereği yok. Bu tiplerin yaptıklarını söylediklerini tarih yazdı, bugün kafaları duvara vurduğu için “kandırıldım, hiç beklemezdim, yanıldım” sızlanmalarını da sanat “trajikomedi” olarak elbette değerlendirecek, “Siz bunlara benzemeyin” diye gelecek kuşaklara bırakacaktır.

Bu ülkenin yitirdiği zamanlar, değerler, kuşaklar, yıpratılan Cumhuriyet kurumları ile çağdaş, laik, demokrat ve sosyal hukuk devleti ideali ve hedefi, elbette hepimizin derdi, tasası, sorunu ve mutlak geri alınması şart değerleri olarak görülmelidir.

“Yurtseverlik” ve “laiklik” değerlerinin giderek daha yüksek seslendirilmesi, umut ve uyanış işaretidir. Bu değerleri hiçbir zaman sağ ve sığ düşünceler dillendirmedi, değerinin bilinmesi ve heder edilmemesi gerekir.

Gazi’yi anlamak istiyorsak, o kadar dolaşmanın ne gereği var? Habire sözlerini yineleyip eskitmek saçmalığından vazgeçip, neyi, nerede, ne zaman, niye, nasıl ve kime söylediğini araştırıp okumakta yarar var. Gazi’yi ve dillendirdiği görüşleri, O’nu “hiçleştirmeye kalkanlar” kadar, bilmekte yarar var. Gazi’den esinlenip cehalete bu kadar karşı çıkarken, savunduğunu sandığın dünya görüşüne dair bu kadar cahil kalmak! Bunu da sanat, herhalde bir ülke adına “dram” olarak yazacaktır.

Kahvaltıda Gazi’ci, öğle yemeğinde liboşizmden medet umucu, akşam yemeğinde boynu bükük sol anekdot anlatıcısı, salondan toplantıya “etkinlik kostümü-söylemi seçiciler” elbette bunları anlayamaz. Memleket yangın yerine dönmüşken, “bu bakali bana n’olcek?” derdine düşüp, kongre delege muhabbetine girenleri, özsüz kompozisyonlarla “Atatürkçülük” taslayanları anmak bile istemiyorum. Belki tek tümce yeter böylelerine: Gazi bir devrimciydi. Ya haddinizi bilin ya da haddinizi temize çekin!

Bu yazıya başladığımda, Prof. Dr. Özdemir Nutku hocamı yitirdiğimiz haberi geldi. Kederler içindeyim. Haftaya size bir yiğit devrimciden söz edeceğim.