Emperyalist düzenbazın, Kızılderilileri katletmesinden dünyanın her yerinde en kirli ve kanlı kepazeliklerine, üç yüz romanı bin filmi satır-sekans ezberimizdeyken, bu toprakların tarihine dair üç roman iki film adı sorulsa, kaçımız yanıt verebilir? İki gün önce 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’ydı. Böylesine yaşamsal ve tarihsel bir olayı işleyen bir roman, öykü, film aklınıza geliyor mu? Yakup Kadri’den Kemal Tahir’e, bu konudaki sorumluluğunu kendi dünya görüşleri doğrultusunda işleyen romancılarımızı elbette tenzih ederim. Faşizmi yurtseverlik, yobazlığı inanç ve milletseverlik sananlardan yana umudumuz da beklentimiz de elbette yok. Ama hiç olmazsa bu devletin “Sen olmasaydın, Kurtuluş Savaşı’nı yazacak bir şairimiz olamayacaktı” diyerek, örneğin Nazım Hikmet’ten özür dilemesi gerekmez mi?

*** 

Öte yandan, “Kuvayı Milliye Destanı”nı, niye hep muhalif duruşundan dolayı hedef tahtasına oturtulan sanat emekçileri, sahneye perdeye taşır, hiç düşündünüz mü? En ağır hakaret edenler ve dünya görüşü açısından katli vacip görenler bile, gün gelip meramlarını anlatmak için Şair Baba’nın dizelerinden medet umuyorsa, sığınacak başka liman bulamıyorlarsa,“Bu ne yaman çelişki muhterem?”diye sormadan durabilir miyiz? Bu saçmalık bile, tek başına kitaplar dolduracak kadar malzeme yüklüdür. Biz konumuza dönelim. 

Turgut Özakman’ın yazdığı “Kurtuluş”tan başka, bu coğrafyayı bir ülkeye dönüştüren mucizeye dair, anımsadığımız bir tv dizisi aklımızda var mı? Tarihi sanatla buluşturamayan bir garip ülkeyiz. Bizim bu işi yeterince, gereğince yapamadığımızı, kalıcı işlere dönüştüremediğimizi itiraf etmeliyiz. Ki hadisenin dalgalarında kulaç atabilmek için, önce bu cesaret gerekiyor. Elin, bu toprakların öyküsünden “Troya” gibi uluslararası piyasayı alt üst eden bir yapıt çıkarmasından sonra, hibe edilen butafor işi “Truva Atı”nı kentin göbeğine yerleştirmekten başka elimizden bir şey gelmemesinin bir nedeni olmalı. İsterseniz siz yanıt aramaya, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Troya’nın öcünü aldık” sözünün, sanatsal bir yapıta esin olabilecek kışkırtıcılığından başlayabilirsiniz. 

***

Yetmezse, Cumhuriyetin ilk kurumları arasında neden Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu vardır sorusuna geçebilirsiniz. Madem sinemadan dem vuruyoruz, araştırmanıza Gazi’nin sinemaya verdiği önemi, hatta çekilecek bir filmde oynayabileceğini söylemesini, çekilen örneklerin çoğunu öz ve estetik olarak beğenmediğini, ilk “yerli ve milli operamızın” dramaturgisini yapmasını da listeye ekleyebilirsiniz. 

Başöğretmenin tavrı, konuya yaklaşımın iki ana başlığını özetliyor: tarihe nasıl bakıyoruz ve sanattan ne anlıyoruz? Tarih okur-yazarlığı açısından çok sorunlu bir geçmişe ve bugüne sahibiz. O nedenle bırakalım yüz yıllık, bin yıllık belleği, on beş yirmi yıl öncesini bile anımsayamıyor, bir türlü nesnel bir okumayı başaramıyor, bu nedenle de benzer tuhaflıkları yeniden ve yeniden yaşamak zorunda kalıyoruz. Kutsallıktan dokunulmazlığa, netameli görmekten “öyleyse öyledir” ucuzluğuna; tarih okur-yazarlığımıza, kibirden korkaklığa uzanan ve elbette hayatın gerçekliğinde hiçbir işe yaramayan tuhaflıklardan ibaret. Biz kazanmamışsak, işimize yaramıyorsa, bizi onaylamıyorsa, tarih bizim için önemsiz, işlevsiz ve daha fenası masaldan öteye geçemiyor. Kestirmesinden bir genelleme yapalım: dünü çağdaş bireylere ve toplumlara özgü merak etmediğimizden, bilmediğimizden ve akılda tutmadığımızdan, yarınlara dair de öngörülerde, teklif ve temennilerde bulunamıyoruz. Çünkü bugünü, ne dünü bilerek, ne yarınları tasarlayarak yaşıyoruz. Bir hamaset bulamacında, çarpıtma ve uydurmalara açık, kuşku ve kaygıdan azade kabullenişlerle oyalanmak, elbette egemenliğini sürdürmek için tarihi kafasına göre dayatanlar ve sömürenler dışında, kimsenin işine yaramıyor. 

***

Bu yüzden, sanki dün doğmuşuz, iki saat önce bu coğrafyada tanımlanmışız, bugüne hiçbir yaşanmışlıktan, deneyimden geçmeden ulaşmışız gibi, her şey bizi şaşırtıyor, ürkütüyor, korkutuyor. Her şey “ilk” oluyor bizim için. Deprem, salgın, sel, yolsuzluk, sömürü, terör, cinayet, katliam… İşte o yüzden bireysel ve toplumsal reflekslerimiz “korku”dan “boş vermişliğe” savrulup, yenilerine yer açıyor.Ama kibirden, kasılmaktan, havadan da yanımıza yaklaşılmıyor değil mi? Konu bir yazıya sığacak gibi değil. Sürdüreceğiz efendim.