Moda yalnızca saçta başta, takıda urbada olmuyor. Bize benzer coğrafyalarda, sözcükler ve kavramlar da modaya göre öne çıkıyor, geride kalıyor, iki günde ışıldayıp hafızanın tel dolaplarına kaldırılıyor. “Verili hayat” bunlardan biridir örneğin. Şimdilerde kaç kişiden okuyor, işitiyorsunuz? Uzatmayayım. Öz olmayınca, içi doldurulmayınca, sözcük kavramsallaşamaz, yalnızca sakıza döner, gösterişçiliğin malzemesine dönüşür.

Birkaç yıldır, bir sözcük hayli öne çıkmış durumda: “hikâye”. Şapkalı ya da şapkasız, her yerde karşımıza dikiliyor. “Hikâyesi olmalı”, “hikâye yazacağız”, “Bu hikâye bizim”, hikâye aşağı hikâye yukarı. Doğrusu bunca “masal”ın anlatılıp hep beraber uykuya yatıldığı bir ahvalde, bu öne çıkışı hayra yormaktan başka çaremiz yok. Şaka bir tarafa, hikâye, masal, roman, oyun sanatta iyidir, mutlaka okunmalı, izlenmeli, uzak durulmamalıdır. Ama hepsinin “gerçek” adına ve ”gerçek” için yazıldığını, okunması ya da izlenmesi gerektiğini unutmadan. Bu unutulduğu için mi, önüne gelen birbirine “hikâye anlatma”, “tiyatro yapma”, “masal okuma” diye “atarlanıyor” acaba? Neylersiniz, yaşamı da sanatı da doğru algılamazsanız, güzelim sanat türlerini birer “hakaret” ve aşağılama sözcüğüne döndürdüğünüzü anlamayacak kadar ilkelleşirsiniz. Bakınız, “tiyatro”yu muhatabınızı küçümseme olarak kullanmanız, kadim sanat türüne hiçbir şey yapamaz. Lakin durum şudur ki, “tiyatro” sizi bir ele alırsa, işte o zaman yandınız! Onca oyun, sizin gibiler olmasaydı, nasıl yazılırdı mirim? Biz “hikâye”ye geri dönelim.

Son zamanlarda İzmir’e dair, sık sık bir “hikâye” yazılması gerektiğinden söz edilir oldu. İyi niyetten, son derece gerekli olan paydaşlık yaratma çabasından, bir algı yaratma uğraşının samimiyetinden asla kuşku duymuyoruz. Ama önce elimizdeki “hikâyeleri” ne kadar değerlendiriyor, vitrine koymaya çalışıyor ve bu uğurda neler yapıyoruz? Bence “bir hikâye” peşindeysek, önce bu soruya yanıt vermeliyiz. İki örnekle, söylediklerimi ete cana büründürmeye çalışacağım.

Hikâye mi arıyorsunuz, buyurun Kültürpark’a. Her tadilat ya da düzeltme girişiminde, Süleyman Şah Türbesi misali, oradan oraya taşınan, özgünlüğü ve ruhu inşaat aşamalarında pek de dikkate alındığı söylenemez bir heykel vardır. Birkaç at başından oluşur, baktıkça inceliğine ve yaratıcılığa bayılırsınız. Hele bir de, bir zamanlar suyunun “at kişnemesi” benzeri seslerle aktığını duymuşsanız, hayranlığınız ve merakınız yoğunlaşır. O atlar nedir biliyor musunuz? Bir Cumhuriyet duyarlığı ve saygınlığıdır. Bir yangın yerinden, inanılmaz bir “marka” (bakın bu sözcük de, moda rüzgârında savrulup durur) değer kazandırıp adına Kültürpark derken; o müthiş irade, yapım aşamasında çalışan ve kim bilir kaçı ölen atları unutmamıştır. İşte o heykel, şahane bir vefanın, doğaya ve emeğe saygının simgesidir. Elin adamının bir çeşmeyi ve önündeki havuzu, “dilek havuzu”na çevirip, kentini uluslararası bir çekim merkezine dönüştürmesi ile bizim güzelim atlarımızdan kimsenin söz etmemesi, hatta ne olduğundan bile haberinin olmaması arasındaki fark, “Hikâye nasıl yazılır?” sorusunun da yanıtıdır.

İkide bir, Kültürpark için neden UNESCO’ya başvurulup, “Yaşayan kentsel doğa mirası” gibisinden bir adla tescillendirme yapılmadığını sorarken, bu hikâyelerden de esinleniyoruz. Yalnızca Halikarnas Balıkçısı’nın ve o yangın yerine kazandırdığı ağaçların “hikâyesi” bile yeter derken, kendimizce ve kent duyarlığımızla katkıda bulunmaya çalışıyoruz.

Roma Antik Tiyatrosu da ikinci örneğimiz olsun. Uzmanlar daha iyi bilir, dünyada kaç kentin göbeğinde böylesi bir değer vardır? Hep söyledim, bu tiyatronun İzmir’e kazandırılması, bana göre 1000 yılın olayıdır. Alın işte size “hikâye”! Köşe bitiyor, bu konuyu çok uzun ve ısrarla yazacağım.

“Hikâye” mi yazmak istiyorsunuz? Neden önce var olan hikâyeleri temize çekip, kentin hafızasında ve duyarlığında alan açmıyorsunuz? Bizzat kendisi “hikaye” olan kaç tane İzmir’iniz var? Haksız mıyım?