Bir fırsat, bir kere daha kaçıyor ellerinden: kendini anlatabilmek. Çünkü tehlikeli sularda kulaç atmak, suyun üstünde kalmayı, rekor kırıyorum sanmak ve garip bir esriklik içinde tek “gerçekliğin” kendisi olduğunu düşünmek, başka türlü sonuçlanamazdı. Bunu kanıtlayan pek çok örnek var.
En önemli argüman olarak kullandıkları dinsel inanç, cehaletin ve emperyalist çakalların elinde ne hale dönüşebilirdi, süzemediler. “Başı seccadeye değiyor” ön kabulü kadar, “Terörün dini, milliyeti, ırkı olmaz” söyleminin, inandırıcılıktan uzaklaşabileceğini düşünemediler.
Bugün ülkemizde ve yeryüzünde, din maskesiyle cinayet işleyen alçaklar, ne kadar insanlık suçlusuysa, kendi ilahi pencerelerinden daha yaşanır bir dünya ve daha sürdürülebilir ahiret hayatını vaat eden inançları tek suçlu görmek de, aklın ve vicdanın kabul edeceği bir şey değildir. Bunda tartışılacak bir durum yok.
Örneğin, Trump’a neden kızılıyor ki? O, hangi inançtan olursa olsun, kendi inancına, devlet sistemine ve yaşam tercihlerine uymayan herkesi, “kafir” ve “düşman” görenlerin, vitrine yeni çıkmış sözcüsüdür. Doğrusu, dünyanın bugünkü halinin nedenlerini anlamak için, yeryüzünü idare edenlerin demokrasi anlayışlarına, entelektüel yapılarına ve bunların yansıması olan kelam ve davranışlarına bakmak yeter. Bu bir çölleşme, ülkeleri ve dünyayı biçimlemeye çalışan zihniyet ile türlü renkteki uzantılarının hezeyanı ve iflasıdır.
Hangi din olursa olsun, inançları bu yoz ve yobaz çetesinin elinden kurtarmak, farklılıkları varsıllık olarak görmeyenlere, kin, nefret ve şiddet sarmalı içinde, birbirlerine karşı cephaneye dönüştürenlere karşı çıkmak varken, en azından “benden olana” karşı sessiz kalmanın bir vebali vardır. Din baronlarının, bezirganlarının ve pazarlamacılarının, tarih boyunca insanlığın başına açtıkları belaları ve yarattıkları travmaları okuyup öğrenmek, bu kadar zor olmamalıydı.
Bu söylediklerimiz saf dillilik olarak nitelendirilip, bıyık altından gülünüyorsa, yani siyasi bir tercih haline getirilmişse, bunu gizlemek için her türlü takıyye mubah görülüyorsa ya da “biz zaten buyuz” deniyorsa, o zaman haklıdırlar, saf dilliyiz. Demek ki, bunları siyasi görüş ve duruşlarının gereği olarak yapmaktalar. Haksızdırlar, çünkü eleştirilere kızıp diş gıcırdatmakla, gerçeği kendilerince biçimleyemezler. Her zaman, itirazın karşı duruşunu hissedecek ve yaşayacaklardır. Bu da, bir gün mutlaka karşılarına dikilecek asıl gerçeğin, ta kendisidir.
Bu fırsatı kaçırdıkları için, bir zamanlar yol verip sırt sıvazladıklarının neden olduğu rezillikleri anlatmaya, “kandırıldık, aldatıldık” demek yetmiyor. Kanlı, yobaz ve aşağılık bir kalkışmanın, bir fraksiyon çatışmasının ya da kendi cenahlarındaki bir iktidar savaşının değil de, topyekun Türkiye Cumhuriyeti’ne, taşıdığı demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti niteliklerine saldırı ve imha planı gereğince yapıldığını söylemedikçe, ikna edici olunamıyor.
Salya sümüklü gerici yapılanmanın, neyin peşinde olduğu, hangi taktiklerle yürüdüğü, kimlerin desteğiyle pervasızlaştığı, en başından itibaren anlatılmış, yazılmış, uyarılmıştı. Daha ilk günden, toplumsal ve kurumsal reflekslerin harekete geçirilmesi gerekirken, halı altına süpürmekle, gizli ya da açık destek vermekle, gerçeği söyleyenlere kulak asmamakla, bugünlerin önü açıldı.
Hala hiçbir şey olmamış gibi, 15 Temmuz'a kadar hiçbir şey yaşanmamış gibi davranıp, bir milat çizgisi çekmeye çalışılıyorsa, demek ki hiçbir şey öğrenilmemiştir. Kendinden farklı düşünenleri, hala “şer” cephesi, “terör” odağı olarak göstermek, fırsat kaçırma listesine yeni bir madde daha eklemekten başka bir şey değildir.
Yitirdiğimiz zamanlara, canlara, doku ve algılara inat, demokrasi insanın insana tanıdığı en büyük fırsattır. Demokrasi düşmanlarına inat, bir kere de ondan medet umalım.