“Öz” yok “anlam” yok sadece “söz” var “boş lakırdı” var. Söyledim size, genel bir konu da olsa, her yazı günümde “100. Yıl” içerikli yazacağım. Arada “özel” konu çok olacak tabii. Değer verdiğim bazı aydınlardan da görüş alacağım. Çünkü sadece yüz yıl önce bugünlere değil, İzmir'in “son yüz yılına da” mercek tutulması gereğine inanıyorum. 

1922 ile 2022 arasında, bugün hala gizlenen, saklanan, değiştirilen pek çok olay ve zaman var. İnanın bana var. Her türlü milli, manevi düşünceyi, tamamen “ticari” çıkarları için bencilce kullanan çok şahsiyet var tarihimizde. Ve bunlar sadece “para güçleri” sebebiyle “teşhir” edilmemiş. Hatta bazıları yaşlanınca belki de vicdanları elvermediğinden, gençliklerinin tam tersine karakter sergilemişler ve ne yazık ki “iç yüzünü” bilmeyen toplum tarafından da “saygı hürmet” görmüşler.

Tek tek isim ve olay verebilirim. Ancak evlatlar, torunlar dede ve babalarının yaptıklarıyla yargılanmamalı. Kimse geçmişinin karanlıklarıyla sorgulanmamalı. Bana “isim ver” baskısı yapıyorsunuz da, kusura bakmayın ben artık “toprak” olmuş vicdansızlardan değilim. Şükür ki vicdanım var!

Bir süre önce CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğluhelalleşme” konusunu ortaya attı. Kemal Bey “helalleşmeyi” siyasi mi vicdani mi dile getirdi bilemem. Lakin Türkiye için daha önce yaşamadığımız bir olaydı bu ve gerekliydi. Acıları unutmak ya da haklılıklarımızdan vazgeçmek değildir “helalleşme” tam tersi gizli bırakılmış hataları da kabul etmektir. Ne yazık ki tarihimizde hem “yüzleşmek” zorunda olduğumuz hatalarımız hem de “helalleşmek” zorunda olduklarımız var. Son 50 ya da 60 değil. En az 100 yıllık bir süreçten bahsediyorum. İzmir özeli de benim mercek tutmaya çalışacağım alan.

CHP liderinin söylediğinin arkasında durması da takip ettiğim husus.

Konuyu son 100 yılda tutalım şimdilik. Ama bir noktaya dikkat çekmek de isterim. Tarihte her olayın bir “neden” geçmişi ve “sonuç” geleceği vardır. Yani tarihte hiçbir olay bir saatte, bir günde olup bitmez.

15 Mayıs 1919 ile 9 Eylül 1922 arasında olanların altında, Yunanistan bağımsızlık savaşı, Girit meselesi, Balkan Savaşları ve İngiltere’nin bitmez tükenmez arsız emperyalistliği yatar. Yani Kurtuluş Savaşı fiilen Yunanlarla yapılmıştır ama gerçekte asıl düşman İngiltere’dir 1918-1923 arasında.

Kurtuluş gününden İzmir’in yakıldığı güne kadar, yangın sonrasından mübadeleye kadar olan o kadar çok trajik olay var ki. Ama “trajediyi” oluşturan, ne yazık ki çıkara dayalı kindir.

İnanın bir gün “yüzleşmeyi” gerçekleştirirsek bundan en fazla emperyalizm ve onun yerli yandaşları rahatsız olur. Lakin bu sonuç “suyun iki yanını”, bir daha arasına kibirli lortları sokmadan, ebedi barışa götürebilir. 

Önce “yüzleşeceğimiz” sonra da “helalleşeceğimiz” olay çok geçen 100 yılda.

11 Kasım 1942 sayılı “Varlık Vergisi Kanunu” sonrası İzmir’de de İstanbul’da da acaba kimler, güya devlet zenginleşsin diye, kendi zenginliklerine ulaştı?  Bugünün “büyükleri” arasında olan şirketlerin acaba “1955” karşılıkları neydi? İzmir’de “Varlık Vergisi Komisyonu'nun” mezatlarından “köşe” olanlar kimlerdi?  1970-80 arası, İzmir'de de sağdan soldan gençlerimizin kurban gitmesinin ardında acaba bazı "yerel güçlerin" rolleri var mıydı acaba? Ünlü tefecilerin en yoğun çalıştığı dönemler acaba neden 1942,1943, 1955, 1963-64, 1970, 1980? 

Çünkü bendeniz artık, gördüğüme aldanmıyor, duyduğuma inanmıyorum. Tarihimizle “yüzleşme” ve sonra da “helalleşme” bizi güçsüz değil onurlu kılar. Yazımın sonunda tek ricam peşin hükümlü olmasın kimse. Çünkü size yazacaklarımı edinmek benim yıllarımı aldı.

10 OCAK’IN ARDINDAN…

Dün 10’du bugün 11. Dünden bugüne “ne kaldı”?

Bu soruyu tüm muhabirlere, foto muhabirlerine, kameramanlara soruyorum. Yani “gazeteciliğin” öz insanlarına. Söylemek istediğim, öyle her kafası esen “gazeteciyim” dememeli. Gazetecilik ruh işidir, vicdan işidir, inanç ve mücadele işidir. Doğruya “doğru” yanlışa “yanlış” deme işidir.

Neyse, ne de olsa söylediklerim “tepki” çekiyor. “Ortak akıl” diyenlerin aslında “ortak” değil de “kendi akıllarını vazgeçilmez” saydıklarına son 20 yıldır şahidim. Onlar bildiklerini, ben bildiğimi söylerim sonuçta.

10 Ocak dün “sosyal medya” günüydü. Birkaç konuşma, binlerce mesaj, yazılar falan sonunda bitti. Baştaki soruyu tekrar sorayım: 10’dan 11’e ne kaldı? Hiç… 

İnanın kalbim sızlıyor. Hiç olmazsa dün “İzmirli Gazeteciler” toplanamaz mıydık? Sorgulayamaz mıydık süreci? Örneğin 20 yıl önce ile bugün arasındaki farkları konuşamaz mıydık? Öyle “yaşlı hatıraları” ya da “siyasi taraflılıklarla” değil. Olduğu gibi…

Soruyorum işte: Neden 20 yıl önce olan İzmir televizyonları bugün yok?

İnancım odur ki bu konu da, İzmir’in “gizemli” konularından. Belki bir gün biri çıkar araştırır.

Bugün nüfusu 20 yıl öncesinden fazla olan İzmir’de, neden 20 yıl önceki nüfusun okuduğu kadar okunmuyor gazeteler? Neden sadece “dijital” çağ mı? Başka bir neden olamaz mı? Siyasi parti broşürü gibi çıkan kâğıt tomarlarına mı gazete diyoruz yoksa? Bana hemen “ilan reklam” demeyin. Halkın güvenini yanına almış gazetelerin “ilan reklam” dertleri olmaz. Bir daha soruyorum, neden İzmirli gazete almıyor?  Bugün bir muhabirin kazandığı merak bile edilmiyor ama o muhabire “asgari ücret” ya da “katsayı” veya “emekli maaşı yeter mi” diye haber yaptırılıyor!

Bilmiyordum, İzmir’de “Basın Özgürlüğü ve Medya Araştırmaları Derneği  (BAMAD)” varmış. Bu dernek kimlerden oluşuyor onu da bilmiyorum ama çalışan gazetecilere yönelik anket çalışması yapmışlar. İyi de yapmışlar zira bazı “ünlü” ve “tuzu kuru” meslektaşlarımın da yüzlerinde patlayacak şamar gibi sonuçlar çıkmış. Siyasetten iş dünyasına her kademenin utanması” gereken sonuçları özetliyorum şimdi: “Gazetecilerin yüzde 73.5’i geçinemiyor ama yüzde 70’i mesleği değiştirmeyi düşünmüyor, yüzde 47’si emekli olamayacağını düşünüyor, yüzde 85’i işsiz kalma korkusu yaşıyor ve yüzde 85’i oto sansür uygulama ihtiyacı hissediyor.”

10 Ocak bir “hak” günüdür. 212 sayılı yasa gazetecinin hakkını güvence altına alana bir yasadır. “Sen ben bizim oğlan” toplanıp “çene suyu çorba” içileceğine, sadece “gazetecilerin” oluşturacağı bir “birlikteliğe” ihtiyaç var.  

VALLAHİ GÜLÜYORUM

İnanamıyorum. Ne kadar önemliymiş durumum? Geçtiğimiz günlerde sol yanağımda bir sorun çıktı. Neyse, yavaş iyileştiği için sakalları kesmedim, normalleşme olunca da oğlumun isteğiyle bıraktım. Sonra sakalları kestim bıyıklar kaldı. Vay ki vay… Sosyal medyamdan durum mesajları yazdığımdan arada sırada, fark edildi tabii. Ne yorumlar ne yorumlar. Bir ara korktum ki şu Pazar günleri yayınlanan “magazin programlarına” düşeceğim diye. Hani şöyle bir haber: “Şok şok şok Hasan Tahsin bıyık bıraktı!” Yahu arkadaş, memlekette vatandaş ucuz ekmek derdinde, zenginlerin baskısı arttıkça artıyor ama benim can insanlarımın derdi benim bıyıklar. Hatta kesinceye kadar beni “sildiğini” söyleyen bile oldu. “Ne o AKP bıyığı yapmışsın” diyenler de ayrı mesele. Bıyıkla, sakalla siyasi farkındalıktan oldum olası nefret ediyorum. “Yakıştı” diyenlere saygıyla sevgili kamuoyuma arz ediyorum.