“Öldükten sonra kendime değil, doğaya lazımım.
Toprak beni ister diken yapar ister çiçek...” (Halikarnas Balıkçısı)

Girit'in üçüncü büyük şehri Resmo'da (Rethyno), 17 Nisan 1890 günü doğmuş olduğuna göre, yaşasaydı bugün 128 gençlik yaşında olacaktı. 13 Ekim 1973'te İzmir'de öldüğüne göre, aramızdan ayrılalı 45 yıl olmuş.
Ben onu, daha çok doğum gününde anmayı severim. Sağlığında birkaç toplantıyı da 17 Nisanda düzenlenmiştim.
Ölmesinden bir buçuk ay önce, TRT adına ABD'deki Uluslar arası Yayın Seminerine gönderildiğim için kendisiyle vedalaştım; ölümünden bir buçuk ay sonra yurda döndüm.
Ayrılırken, yüzüme, veda edermiş gibi baktı. Gitmekten vazgeçeceğimi anladığı için:
Şaka be yahu, dedi, “seni beklemez miyim hiç?”
Klasik tragedyalarda, hatta Homeros'un İlyada'sında kahramanların öleceği önceden sezilir, sezdirilir. Hani izleyici, okuyucu kendisini kaptırmasın diye. Klasiklerden Troyalı Kadınlar'ı seyredenlerden, 18. YY'ın klasiklerinden “Genç Werther'in Acıları”nı okuyanlardan nice kişinin, işi intihar noktasına kadar vardırdıklarını biliyoruz.
Balıkçı, ölüm uçurumuna yuvarlanmasına bir adım kaldığı anı, hoş bir anı gibi anlatır:
“Efes'te, Kuretler Caddesinde bir gruba konuşuyorum. Hava, haza ateş. Bittabi ben kendimi ekonomize etmiyorum. Heyecanla konuşurken, yürek durmasıyla turistler önünde yere yığılma skandalını irtikap ettim (işledim). Lafı kesmek acı oldu bana.
Bir an gözlerimi açtım; yukarıda gökyüzü masmavi, bulutlar bembeyaz. Böyle olduğuna göre, ölümün korkulacak yanı yokmuş, diye geçirdim içimden. Bir ara, iki melek eğildi üstüme. Birisi, Fransızca:
- Ne yakışıklı adam, demez mi?
- Allah'ın melekleri niçin Fransızca konuşuyor, diye düşünürken anladım ki o iki melek, Fransız grubundaki doktor ile hemşire imiş...”

Rahle-i tedrisinde bulunduğum 15 yıl içinde, ölüm ve kendisinin ölümünden sonrası için neler düşündüğünü öğrenmek istedim. Bilirsiniz, bu konuyu konuşmak kolay değildir. Bir gün, laf lafı açtı, kendisi söyledi fikrini:
-Yazacağım ama, sana şimdiden söyleyeyim. Beni – seninle ve Sarı kızım İsmet'le Bodrum'da seçtiğimiz yere gömersiniz. Bittabi yanımda Hatico'ya (eşi) yer isterim. Sakın ha; öyle beton, mermer falan istemem. Şöyle bir taş bulup koyun yeter, yerinin kaybolmaması için. (Bu sahneyi sonradan çok düşündüm. Balıkçı bana, elleriyle Ana Tanrıça figürü çizmişti. Bunu yapamadık, yazık. Şükür ki; Bodrum Turizm Müdürü Emine Çam, karayolu inşası sırasında çıkan uygun bir taşı taşıyıp, mezarın baş ucuna koydurdu.)
Şöyle sürdürdü Balıkçı:
-İlle insan kalıntısı diye, birşeyler yapmak mı lazım? Firavunlar piramitler yaptırdılar da, şimdi sağ mılar? Kimi toplumlar ölüleri denize atıyor, kimileri yakıyorlar. Belki gün gelir, ölüleri yıldız yaparlar. Bak işte, Heraklit geçiyor, şu Bernard Shaw, bu Bertrant Russel...”

Balıkçı ile ilgili nice radyo ve Tv programı yaptım, belgesellere imza attım; benimle paylaştıklarını 200 sayfalık kitapta topladım. Ama Azra anamın (E hat) vasiyetinde belirttiği gibi, daha çok Balıkçı'nın özgürlük tutkusu konusunu da eklemek isterim. Benden 50 yaş kadar ileri yaşta ise de, benden ve benden daha gençlerden daha fazla özgürlük taraflısıydı. Bir dergi – gazete yazısının sınırlarını zorlamadan, onun özgürlük tutkusuna birkaç küçük örnek vereyim:

(Tam bu satırları yazarken, yanıma oğlum geldi; kulağında çengele benzer bir nesne gördüm. Kendimi alamadım, “bu, neye karşı iyi geliyor?” demekten kendimi alamadım.
Yıllar öncesini anımsadım. Balıkçı'nın torunu Cevat 20' lerini sürüyordu. Ben Balıkçı'dayken o geldi. Sıcak bir İzmir günü. Torun Cevat, kan ter içinde. Uzun saçları ensesine, boynuna düşüyor; değdiği her yer kızıl veya kızamık olmuş gibi. Ben kendimi zor tuttum ama, ninesi Hatico (Hatice) hanım ve oradaki birkaç kişi:
-Oğlum, bu sıcakta saçını kestirsen, falan deyince Balıkçı kalkındı:
-Bırakın Cevat'ı. O, neyin ne olduğunu bilmez mi ? Serbest bırakın, ne isterse yapsın...

Kendisi de özgürlük bağımlısıydı Balıkçı. Mesela, kendi deyişiyle “sigaraya özgürlük tanırdı”.
Paketi alttan, çepeçevre açardı. Böylece sigara efendiler özgür kalmş oluyordu.
Sonra, sigaranın yarısını keser, geri kalan kısmında toplu iğneyle Birkaç delik açar, ağızlığa takar, öyle tüttürürdü; aklınca nükotinin zararını azaltacak!

Yazarken, kendisine özgürlük tanırdı. Asla çizgili kağıt kullanmaz:
-Mecbur muyum başkalarının çizgilerin üstünden gitmeye? Öyle yaparsam, kendimi rayda giden trene benzetiyorum. Sonradan aklıma gelenleri ayrı kağıtlara yazıp, ana sayfanın yanlarına yapıştırıyorum. Homeros'un kanatlı dizelerine karşılık, benim kanatlı sayfalarım oluyor, vessalam...

İroni gibi gelecek ama, bizim Balıkçı, kalemlere de özgürlük tanırdı. Yedi renkten kalemleri, ok gibi sipsivri açar, gömleğinin yürek (sol) cebine yerleştirirdi. Yazacağı şeye göre, istediği renk kalemi çıkarır öyle yazardı. ( Tükenmez kullanır olduktan sonra da yaptı aynı şeyi.)

1960'lı yıllarda, otobüslerle Kuşadası'na gider, gece orada konaklayıp, ertesi gün gemilerle gelecek turistleri Efes'e götürürdük. Böyle zamanlarda, Naci Bey'in Akdeniz Oteli'nde konaklardık. Bir gün topluca bir Rustik Bar'a gittik. Balıkçı, tuvalet duvarında acıklı yazıları görünce, bir renk kalemi sağ eline alıp:
-Bunu yazan tosun, diye yazmış. Öbür eline başka renk kalemle şunu eklemiş:
-Hangi pzv yazdı bunu?

Alem adamdı benim babamdı Balıkçı. Özgürlük tutkunuydu. Öbür dünyaya göçtü, tamamıyla özgürdür şimdi...