Son köşe yazımda şöyle iki cümle kurmuştum: “Değerini bilemediğimiz öyle çok şey var ki etrafımızda, yaşamın hızlı temposu içinde ister istemez fark etmeyip es geçiyoruz. Bazen durmadığımız, hayattan mola almadığımız için bazen de önemsemediğimiz ya da varlığını yadsıdığımız için...” Bu nedenledir mi bilmem geçtiğimiz hafta hayat da bana, “Dur” dedi. Tabii bunu söyleyiş biçimi az da olsa gücüme gitti ama olsun, demişti bir kere...
Metroda yolculuk yaparken elleri paket dolu bir amca sendelemiş ve üzerime devrilince olanlar olmuştu. O paketlerin sivri bir köşesi sol gözüme girdi. “Görülmez kaza” dedikleri bu olsa gerekti... Başta geçecekmiş gibi gözüken gözümdeki sorun, ertesi gün olduğunda “Daha başına çok dert açacağım” diyordu. Ki öyle de oldu. Daha önce geçirdiği operasyonlardan yorgun olan sol gözümün arkasında bir yırtılma meydana gelmiş, doktorum “Acil ameliyat” demişti. Bana operasyonu anlatırken “İşte şimdi bittim” dedim... Aslında başka bir şey dedim de ama onu buraya yazmayayım... İç ses işte, her şeyi söyleyebiliyor kerata.
***
Ertesi gün ameliyata gidene kadar önümüzdeki bir hafta boyunca yaptığım programları iptal ettim. Bir sürü görüşme, toplantı, etkinlik ve geçtiğimiz günlerde başlayan İzmir Avrupa Caz Festivali için hazırladığımız Caz Aşkına Gazetesi için yapılacak birtakım çalışmalar... Operasyon 1.5 saat sürdü. Hiç ağrı hissetmedim. Hatta doktorumun, yırtığı silikonla doldururken yaptığı esprilere güldüm. Başarılı geçmişti operasyon. Benim de artık silikonlarım vardı. Geri alacaklardı ama olsun. Belki onlarla biraz hava atabilirdim... Yatmam ve dinlenmem söylendi. 7 gün yüz üstü yattım. Öyle gerekiyormuş. Sanırım daha iyi bir işkence olamaz... Birden, dünyanız zihninizle sınırlı kalıyor. Her şey kararıyor. Susmayan beyniniz, aklınıza çeşitli görüntüler, konuşmalar, fikirler düşürüyor. Bir yandan içinde bulunduğum duruma kızıyor bir yandan da onu henüz tam anlamıyla kaybetmediğim için de şükrediyordum. Gözümü dinlendirmem gerekse de birtakım işleri telefonla halletmek zorunda kaldığım için ara ara gelen geçmiş olsun mesajlarına bakıyor, olabildiğince yanıtlamaya çabalıyordum.
Gelen mesajlardan birisi Ela Erdin'in yoga grubundan Ebru Turgut'a aitti. Bir yazı göndermiş: Kundalini Uyanışı ve Ruhun Karanlık Gecesi. Yazı tek gözüme biraz uzun gözüktü, ancak ilk paragrafını okuyabildim. Şöyle diyordu: “Aydınlanma kulağa hoş gelen, maneviyat yolcularını kendisine ateş misali çeken bir sözcük. Fakat her şey gibi onun da bir bedeli var: Kendiniz bir aleve dönüşene dek bu ateşte diri diri yanmak. İşte Kundalini tam da bunu yapar; ruhunuzda birikmiş tozu ve kiri ateşe vererek küllerinizden yeniden doğmanızı sağlar... Bu çok acı verici deneyim, bazılarımız için bir ameliyat kadar gerekli olabilir.”
Son cümleyi okuyunca yazının tamamındaki mesajı aldım. Sonradan okuduğumda da kanaatimin doğru olduğunu gördüm. Benzer düşünce biçimlerini tasavvufta da görmek mümkün. Yaşasın aydınlanıyordum... Öyle miydi acaba?
Sihirli Ay Işığı filminde, manevi duyguları görmezden gelen, her şeyi bilimle çözmeye çalışan, realist ve biraz da ukala olan bir sihirbaza, verilmek istenen ders anlatılır. Başroldeki Colin Firth, bu dersten avuçlarında bir aşkla çıkar. Kim bilir ben, kendi yolculuğumdan neyle çıkacaktım? Bu süreci bir fırsata çevirmek için aklıma gelen ilk şey telefonumdaki Seslenen Kitap uygulamasıydı. Hemen biri dizi kitap indirdim: Sezgin Durmaz-Bakele, Can Kozanoğlu-Yalan Yıllar, İlber Ortaylı-Defterimden Portreler, Yusuf Atılgan-Aylak Adam, Can Dündar-Lüsyen...
Aylak Adam'ın aylaklığından sıkılsam da hepsi nefis kitaplardı. Sezgin Durmaz'ın öykülerine bayıldım. Meslektaşım ve ağabeyim Can Kozanoğlu'nun büyük bölümünde yaşadıklarını anlattığı kitabı bana, birçok sayfasında beni anlatıyormuş hissi uyandırdı. Kimi zaman bayağı güldüm ama hüzünlendiğim de oldu. İlber Ortaylı ile tarihte gezinmek, Sezar'dan Fatih Sultan Mehmet'e, Yahya Kemal'den Özdemir Nutku'ya, Puşkin'den Tolstoy'a birçok ismin yaşantılarına sokulmak ve onları daha iyi tanımak bana iyi geldi.
***
Geçmişin koridorlarında gezerken, gelen mesajların dışında gözüm bir yandan da Vietnam dolaylarında dolaşan gezgin-yazar ve İGC yönetim kurulundan arkadaşım İsmail Ragıp Geçmen'in sosyal medyadaki paylaşımlarına takılıyordu. Allah'ım ne güzel fotoğraflar ve bilgiler paylaştı... Bense azap günlerimin geçmesini umarak kafayı yatağa gömmeye ve bana seslenen kitaplarımı dinlemeye devam ediyordum. Bir yandan da acaba İsmail'in seslendirilmiş kitabı var mıdır diye de
merak etmiyor değildim.
Sıra Can Dündar'ın kitabına gelmişti... Döneminde "şair-i azam" (en büyük şair) olarak anılan Abdülhak Hamid Tarhan'ın Lüsyen'le aşkını Semih Sergen ve Tuba Ünsal'ın sesinden ilgiyle dinlerken bir mesaj daha geldi. Beklemediğim birinden... “Dilerim tez zamanda sağlığına kavuşursun” diyordu... Oysa son konuşmamız bana karşı sarf ettiği, “Senden tiksiniyorum” sözüyle bitmişti. Tiksinmek... Böyle bir şey hissetmesi için ne yapmış olabilirdim? Çok düşündüm. Sonra buldum... Hayatıma öyle güzel girmiş ve öyle güzel bir yer edinmişti ki hep orada kalsın istemiştim, hiç gitmesin... “Tiksinmek” onun için gitmek için alınan bir biletti. Çünkü o güne kadar ne bir kavgamız olmuştu ne de bir birimize sarf ettiğimiz kötü bir söz... Hayatım boyunca, yaşadıklarımızı, o güzel günleri unutacağımı hiç sanmıyorum. Ve şükrediyorum bana o anları, o duyguları hissettirdiği için. Sonra “olsun” dedim “canı sağ olsun”... Mesajıyla yine mutlu etmişti beni... Gelmek gibi gitmek de insanın en doğal hakkıdır. Bir gönülde hoş bir seda bırakıyorsanız ne mutlu size. Unutmamalı ki yolculuğunuz devam edecek... Kim bilir belki bir gün...