17. yüzyıl Fransız düşünürü René Descartes (1596-1650) çok inançlı biriydi, Tanrıya bağlılığı tamdı; bu inançla yaşadı, bu inançla öldü. Ama öyle bir açıklamada bulundu ki, yüzyıllar sürmüş Ortaçağın Kilise güdümündeki Hıristiyanlık bağnazlığını ve skolastik (dinci-okulcu) anlayışı temelden sarstı: Bütün bildiklerini yok sayarak, Latince “Cogito ergo sum” (Düşünüyorum, öyleyse varım) deyiverdi. Bu sözle, insanlık tarihinde çok önemli bir devrim yapmıştı: İnsan varlığını, doğrudan doğruya “us” ürünü olan “düşünce’ye bağlıyor, aydınlanmanın önünü açan usçuluk (rasyonalizm) akımını başlatıyordu.
Söz çok kısa, içeriği çok büyüktü, ama uygulaması o denli kolay olmayacaktı. Çünkü insan türünün doğuştan getirdiği özsevi duygusu, her zaman usunun belirlediği doğrultuda yaşamasına engeldi. Gerçekten, bu engeli aşabilen tek insan kesimi, inatla yürüttükleri etkinlik adına kendilerini toplumdan bütünüyle soyutlayan bilginler, düşünürler, sanatçılardır. Onların güdüsünde, salt kendi alanlarıyla uğraşırken, üne kavuşmak, adından söz ettirmek, başkalarını kendisine imrendirmek gibi düşünceleri olamazdı: Söz yerindeyse, hep toplumdışı kalmıştır onlar.
Örneğin, “deneme” türünün öncüsü sayılan Michel de Montaigne (1533-1592), “bütün bir insanlığı tanımak için, “bir kişiyi incelemek yeterlidir, çünkü o, erdemlerinden kötülüklerine değin insanlığın bütün özelliklerini kendi içinde taşır” diyerek yalnızca kendini incelemeyi yeterli saymış, yaşamı boyunca nerdeyse çalışma odasının dışına çıkmamıştır. Kısacası, kendini bile, kendi dışında bir inceleme konusu yapacak denli nesnel olmayı seçmiştir.
Bütün ülküselliğine karşın, kendi kabuğuna çekilen böyle bir insanın, aynı zamanda bir “toplumsal varlık” diye de tanımlanan insan türüne aykırı duruşu tartışılmaz. Ama, iyimser bir yaklaşımla diyebiliriz ki, bu gibiler, istemeden de olsa, bütün insanlık adına, toplumsal yaşamın erdemlerinden kendilerini yoksun bırakmıştır.
J. Calvet, Petite Histoire de la Littérature Française (Fransız Yazınının Kısa Tarihi) (1922) adlı kitabında, Montaigne’den söz ederken: “Montaigne’lerden oluşacak bir toplum yaşamı sürekli olamaz, çünkü onun gibiler yalnız kendileri için yaşar (…). Kimilerinin yaptığı gibi, salt başkaları için yaşamak da kahramanlıktır. Ama birileri bu kahramanlığı yaparken, bencilliğe karşı bir denge öğesi oluşturur.” diyerek ünlü düşünürü eleştirir (s.52).
Bunların dışında bir durum daha var. O da aşırı bireycilik ile aşırı toplumculuk arasında bir olay: Bireyle toplumun etkileşimine dayalı ünlülük tutkusu ile ünlülere özenme duygusu arasındaki dayanışma. Ama bir çatışma yaşandığı da oluyor: Çoğumuz “Ah şu ünlüler olmasa, ben de kendi yeteneklerimi sergileyebilsem!” diye yazıklanır, ünlü olmadığımız için kendimizi gösteremediğimizi öne süreriz.
Bütün ünlüler kendilerine yönelik bu olumsuz duyguyu hak etmiyor olabilir. Ama hak edenler de yok mudur? Olmaz olur mu: Kimi ün düşkünlerinin güdüsünde, bekledikleri doyuma ulaştıracak “gözde” birisi olmak ve de arkasından, olağan yaşam biçimiyle hiç de hak etmedikleri paraya, mala-mülke kavuşmak… En azından bu yolla “gözde” ve “saygın” birisi olmak…
Onlar Descartes’ın “Düşünüyorum, öyleyse varım” ilkesine karşı çıkmıyor olabilir. Ben burada kılgısal (pragmatik) bir gelişmeden söz ediyorum. Bu yazıyı yazmadaki amacım da bir aktöre eleştirisi yapmaktan çok, insan doğasının açılımlarını, yani insanoğlunun doğuştan getirdiği eğilimleri dile getirmekti. Şu söylenebilir belki: Gerçek bir aydının yapabileceği tek şey, içtenlikli bir özdenetimdir.
Yayın yaşamının, sinema ve tiyatronun, yazın dünyasının, siyasal etkinliklerin, vb. büyük bir ivmeyle yoğunlaşması, ister istemez toplumsal gerçeklikte şu ilkeyi öne çıkarıyor:
“Görünüyorum, öyleyse varım.”