Haftalık köşe yazılarında birbirini izleyen yazıların, okunma-izleme-algılama sorunları taşıdığını bilirim. Değerli okurların ilk iki yazıyı anımsamalarına güvenmekten başka çarem yok.

Çağdaş anlamda kentleşmenin, kentlilik bilincinin ve giderek yerelden genele-genelden yerele yansıyan demokrasi algısının Cumhuriyetle birlikte başladığını söylemek, büyük bir iddia ve idealleştirme sayılmamalıdır. Tanzimat ve Meşrutiyetle başlayan “batıyla yaşam ve yönetim” tanışıklığının ve buna ayak uydurma çabalarının önemini elbette yok sayamayız. Bugün, yaşanan sorunlar ne olursa olsun, batılı-çağdaş-sosyal ya da kamucu bir yerel yönetim anlayışı, beklentisi ve çabası varsa, burada Türkiye Cumhuriyetinin kurucu iradesinin ve öngörülerinin devrimci tutumu belirleyici olmuştur. Bu başlangıç, sol değerlerden beslenen ve kimliğini bunların var eden sosyal demokrasi sayesinde bizi bu günlere getirmiştir. İki sözcükle özetlenemeyecek bir genellemedir ama “belediye”den “yerel yönetim”e evrilmemizin tarihine bakacak olursak, pek de haksız sayılmayız.

Bugün kentler yalnızca kanalizasyon, su, kaldırım vb. olarak tanımlanmıyor, işin boyutları kent-iklim-ekoloji ilişkisinden, yerel-ulusal-evrensel kültürel-sanatsal diyalektiğin tartışılmasına kadar uzanıyorsa; merkezi-klasik ülke yönetimini her açıdan belirleme alışkanlıklarının “yerelde demokrasi” kavramıyla sınanmasına-sorgulanmasına ve hatta zorlanmasına tanık oluyorsak; biz artık salt “belediye” kavramıyla yetinemeyiz. Bu yalnızca merkezi iktidarı ele geçiren zihniyetlerin değil, yerel yönetimlere seçilenlerin ve onları seçen kentlilerin de sorunudur. Yeni bir algıya, tanımlamaya, konumlandırmaya zorunluyuz.

Örneklerine bolca rastladığımız gibi, merkezi hükümetlerin yerele –hele ki muhalif partiden olanlara- bakışı, uygulamaları ve hatta “yerelde demokrasi” gereğince seçilenleri, seçenleri, kısaca kentleri belirlemeye, biçimlemeye, giderek cezalandırmaya varacak zorlamaları, demokrasi kalibremizin ve kalitemizin dünden bugüne tipik göstergelerinden biridir.

Her kent toprağı, suyu, iklimi, tarihsel-kültürel birikimi ve bunlara dair gereksinim ve beklentileri ile birbirinden faklıdır. Onları daha yaşanır, daha çağdaş, daha gelişkin kılacak olan nedir sorusuna verilecek yanıt, ülke tutkalının niteliği ile her kentin kendine özgü kimliğinin harmanlanmasıyla verilebilir. Bu kimlikleri, adı ülke olan bir geniş bahçeyi oluşturan ve asla saygısızlık gösterilmemesi gereken çiçekler olarak görmeden, bunu başarmak olanaksızdır. Siz örneğin, Adıyaman’a öngördüğünüz toplu konutların fotokopisini Muğla’ya dayatamazsınız. Kentleri, onlara rağmen kendinize benzetemezsiniz. Yereldeki doğal, ekolojik, tarihsel, kültürel varlığı yok sayarak, aklınıza geldiği yere santral, baraj, site kuramazsınız. Örneklerini acıyla anımsadığımız ve yaşadığımız gibi, size önce oraların doğası itiraz eder. Düzeltmeye kalktıkça batar ve bunların ekonomik, kültürel yıkımlarıyla yerel halkı baş başa bırakırsınız. Bu faciaların bir nedeni de, yerel yönetimlerin o yöredeki dinamikleri, genel yönetimlerin de yerel yönetimleri demokrasi-bilim-akıl dışı yaklaşımlarla yok saymasıdır. Bunlara kamunun günü kurtarmakla yetinme, çağdaş yurttaşlık ve toplum olma bilincinden kolaylıkla uzaklaşma, bunlara dair eğitim ve algı süreçlerinden yoksun bırakılma durumunu da eklerseniz, “ne yapmalı?” diye uzun uzun düşünmeye gerek kalmaz.“Kent okur-yazarlığı” bunları bilmekten geçiyor ve yerel yönetimlerin acilen üstüne eğilmesi ve gidermesi gereken bir sorun olarak duruyor. Sözü toparlama zamanı geldi ve bir örnekle bitirelim.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk, “Cumhuriyet bilhassa kimsesizlerin kimsesidir” derken, acaba ne demek istedi? Günümüzde “sadaka kültürü”nü iktidar malzemesine dönüştürenlerle, “sosyal dayanışma” kavramıyla hareket eden çağdaş yerel yönetim anlayışı arasındaki farkı bilmeden, bu soruya yanıt verilebilir mi? 2023’e giderken sorunları ve soruları artık hamaset ötesi sormak ve yanıt bulmak zorundayız. Biz neysek, ülkemiz de kentlerimiz de, demokrasi ve çağdaşlığımız da o. Acıdır ve fakat gerçektir.