Samimiyetime güvenin lütfen, ama artık türlü şekildeki “ABD'cilik” çok sıkıyor canımı. Düşmüyor gündemden şu “senato baskını...”

Geçenlerde ülkem televizyonlarından birinin ana haber bülteninin baştan 20 dakikaya yakın kısmını işgal etti “ABD olayı...” Önemsiz mi? Değil tabii ki, ama konuşmalara, haberlere bakıyorum dehşete kapılıyorum. Sanki ABD’de “normal” biri başkanmış da antidemokratik devrilmiş, halk da tepki gösteriyormuş gibi. Yahu bir tane de “biraz da onlar yaşasın” diyen çıkmadı. Hele o “Amerikanca isimli” TV neredeyse, senatoda ölenlerin ailelerine yardım kampanyası açacak?

Oysa tam zamanı değil mi, ABD-Türkiye ilişki tarihine bakmanın?

İktidar ve taraftarlarının yere göğe sığdıramadıkları Osmanlı’nın yıkılışında mesela, bu ABD dost muydu? Ya bizim İstiklal Harbimiz? Ya Lozan?

Haydi hepsini bir yana bırakalım. Şehrimizin son 150 yılında ABD neymiş acaba?

Bu soruyu ABD üniversitelerinde “eğitim, doktora vs.” yapanlara soramam. Zaten onlar da sevmezler beni çok şükür. Ancak ben devam ederim yolumda… Bu ABD’nin bir “başkonsolosu” varmış tarihimizde. Öyle bir konsolos ki, adamın işi gücü Rum’u, Ermeni’yi, Türk’ü birbirine düşürmekmiş. Eşinin Yunan asıllı oluşundan mıdır, Türklere saygı duyamamış hiç. Kendi devletinin “kıtır kıtır Kızılderili kestiğini” unuturmuş da sürekli “Türkler adam öldürüyor” diye bağırırmış.

Adam gerçekten Amerikalı mı yoksa içindeki gizli “İngiliz ruhu mu” depreşiyordu hep bilemiyorum. Ancak gerek işgalde gerekse işgal sonrası -ki 13 Eylül 1922’de İzmir’den ayrılmış- yaşamının sonuna kadar yazarak ve konuşarak müzmin Türk düşmanı oldu. Emperyalizmin, Türkiye aleyhine derlediği tüm yalanların da savunucusuydu.

Ne yazık ki Türkiye, İkinci Dünya Savaşı sonrası ve özellikle de DP iktidarıyla “bile isteye” Amerikan ülkülerine “monte” edildi yerli tüm işbirlikçileri aracılığıyla. Türkiye olarak gururumuzu bir yana bırakıp “Büyük Türkiye” düşüncemizi bile “Küçük Amerika” olma saçmalıyla gölgelemedik ki yıllarca? “Amerikan sevdası” diye şarkılar söylenmedi mi? 6. Filo gemilerini “kıble” yapıp üstelik muhafazakâr ve milliyetçilere namaz kıldırılmadı mı? İslam anlayışının belki de en kabul edilemez davranışı “Amerikan sevdasıyla” sergilenmedi mi?

Hep merak ettiğim bir ayrıntı var.

İzmir’in kurtuluş günlerinde Türk askeri girmeden önce İzmir’de ciddi sayıda İngiliz ve Amerikan askeri vardı. Konsoloslar hala duruyordu. Peki bu konsoloslar nasıl oldu da Metropolit Hrisostomos’u koruyamadı? Metropolite karşı ciddi bir tepkiyi bildikleri halde, nasıl Nureddin Paşa’nın şahsi nefretine kurban ettiler? Bu iki yüzlü İngiliz ve Amerikalılar, daha sonra ne acıdır ki, koruyamadıklarının “şehit” olduklarını iddia ettiler. Hrisostomos konusunun “bizlere anlatıldığı gibi olduğuna” zerre inanmıyorum. Açıkçası şudur ki gerek İngilizler gerekse Amerikalılar İzmir’in kurtuluş günlerinde “daha kötü günleri” tezgahladılar. Yangından da katliamdan da soygun ve yağmadan da onlar sorumludur. Gün gelir umarım belgeleriyle de kanıtlanır bunlar.

George Horton’un İzmir günleri ilginçtir. İzmir’in tarihinde 1920-1922 arası olsa da etkisi 100 yıldır sürüyor. Karanlıkta kalan sürenin aydınlanmamasının inanın nedeni çok. Türk tarihinin, 1940’lardan itibaren “İngiliz etkili” yazımı pek çok konuyu ya yalan ya da kurmaca bıraktı. Kimse kusura bakmasın; ama, İzmir yangını konusu da henüz net değildir. Bazı hamasi hikayelerle “gerçekler” belki de örtüldü. Objektif ulusal tarihçilik yerine, emperyalist etkili, menfaatçi tarihçilik etkili oldu. İstiklal Mahkemesi ya da İzmir Suikastı veya Kubilay olayı kadar didiklenmedi 1919-1923 arası İzmir’de. Nedeni gerek bazı “evrensel kulüp inançları” ve gerekse “gerçek suçluların” kendilerini gizlemek için harcadıkları büyük paralar.

Onun için de bugün “Amerikan sevdasından” beslenenler, “büyük efendilerine” borçlarını ödeme derdine düştüler.

Küçük bir şüphemi anlatacağım şimdi size. Bunu “kanıtlanmamış” bir iddia ya da benim “uydurmam” olarak da düşünenler olabilir. Bilemem. Ama şunu yazayım ki, bu okuyacaklarınızı ben uydurmadım…

İzmir’de kurtuluş gününe yakın ve henüz kaçışların başında, İngiliz ve Amerikan konsolosları bir “görüşme” yapıyor. Bu görüşmede Yunan ordusunun bazı marjinal subayları ile İzmir’e gelmiş “yangın birliği” askerleri var. Ayrıca Ermeni cemaatinin de bir iki ileri geleni toplantıya katılmış. Toplantının yerini şimdi yazmayacağım; ama biliyorum. Görüşmelerde “birkaç gün içinde Kemal’in askerleri gelir ama bizim yarattıklarımızı Türklere bırakmayacağız. Türkler yıllarca uğraşsınlar yeniden yaratmak için şehri. İzmir’i var eden biziz, yok eden de biz olacağız. Kraliçemizin de isteği bu yönde” şeklinde konuşuluyor. Türk ordusu İzmir’e girmeden bazı noktalara yığınak yapıyorlar. Bunları organize eden 5 İngiliz subayından ve koordinasyon için de Amerikan konsolosluğundan bahsediliyor. İlginçtir, 6 ya da 7 Eylül’de işgalin üst düzeyi İzmir’den kaçarken yanlarında güya Türk belediye Reisi ile toplantıya katılan Ermeni cemaat mensubu da var. Bitmedi, bu 5 İngiliz ajan subayı var ya? İşte onların iki tanesi, daha sonraları İzmir’de kalıyor, birinin ailesi de daha sonraki yıllarda tütün ve nakliye işinde ilerliyor. Acaba İzmir yangınının “konuşulmayan” yanlarında bazı Levanten çocukları da var mı?

Ama olan İzmir’in kadim halklarına olurken, felaketi tezgahlayanlar hep yaşamış İzmir’de. Belki onların torunları da hala var aramızda. Fakat kimseyi dedesiyle yargılama hakkımız olmamalı. Peşinde olduğum sadece karartılan gerçekler.

Öyle ya da böyle ABD tarih boyunca bizim için “hayır” olmamış. Fakat özellikle NATO dengeleri yüzünden bizim siyasetçiler ve sermaye sahipleri göbekten bağlanmışlar. Faturayı da birkaç istisna dışında hep halklar ödemiş.

Hiç düşündünüz mü neden Yunanistan ile kadim barışı yaşayamıyoruz? Neden Ege Denizi’ni “Barış Denizi” yapamıyoruz? Normalde ikimiz de NATO paydaşıyız, hatta 1980’lerde ABD’nin “ricasıyla” darbe yapan “Netekim Paşa”, yine ABD’nin ricasıyla Yunanistan’ın, NATO askeri kanadına dönüşüne “evet” demişti. Lakin buna rağmen bir türlü barış olmadı, olamadı. Çünkü Yunanistan siyasetinin de ipleri hala İngiliz’de, Amerikalı da…

Tabii şöyle bir ayrıntı da var, Türk tarihçiliği, emperyalist yandaşı havasında olmayaydı, objektif olabileydi, bugün bizim ders kitaplarında Horton’un riyakarlığı da yazardı.

Önümüzde kurtuluşun 100. yılı olacak. Merak ediyorum neler okuyacağız, göreceğiz. Ama kulağıma gelenler hoş değil. Statükocu, darbe sevici, Amerikan etkisindeki, NATO kafalı tipler yine aynı martavalları, kahramanlık türküleri eşliğinde zırvalayacaklar.

Dünya ABD’yle imtihan da olabilir…

Ama bu satırların yazarı hala “ne ABD ne başkası, bağımız Türkiye” diyor ve ABD ile imtihanı da kökten reddediyor.

NOT: Bu konuyu sevdim. Hazır başlamışken devam edeyim.

İzmir’de “sahipsiz” kalmış bir mahalle insan!

İzmir’in 30 Ekim deprem süreci her ne kadar artık gündemde olmasa da benim gibi hala orada oturan yurttaşların da sıkıntıları arttıkça artıyor. Tamamen yıkılan iki bölgede şimdi TOKİ inşaatlara başladı ama tam evlere şenlik. Arazilerin etrafında, binlerce yurttaş hayatını sürdürüyor da kimin umurunda. Kızılay Kan Merkezi arkasında Yılmaz Erberk apartman alanıyla, Karagül, Yağcıoğlu ve Petrolcüler apartmanları alanı Şehircilik Bakanlığı tarafından iki inşaat firmasına verilmiş. Firmalar resmen “züccaciyeye giren filler” gibi maşallah. Ben sıkıldım Valiye, bakana falan mesaj atmaya ama dayanılacak gibi değil. Geçen hafta bir de baktım mahalleye giriş yollarına firma el koymuş. Sanki etrafta yaşayan bizler “insan” değiliz. Tepem attı daldım ortalığa. Bir firmanın yetkilisiyle nazikçe iletişim kurdum. Söyledikleri karşısında neredeyse ağlayacaktım. Meğer onlar bizden mağdur.

Bir firma Elazığ’da çalışırken, bakanlık talimatıyla bizim mahalleye yollanmış. Kendilerine yine bakanlık tarafından 8 ay süre verilmiş. Yani 8 ayda bitirilecek inşaatlar. Bunun yanında “siz şikayetlere bakmayın 24 saat çalışın” da demiş Bakanlık.

Benim “bakanlık” dediğim o “çatık kaşlı” Murat Kurum’un Şehircilik Bakanlığı. Ne vali ne başkan ne müdürmüş muhatabı firmanın. Tek muhatap bakanlık yani. Yetkili demesin mi bana “siz Elazığlıların yaşadıklarını görseydiniz” diye?

Şimdi ne yapalım biz?

Şehircilik Bakanlığı, deprem sonrası eline yüzüne bulaştırdı işleri. Olan AKP İzmir İl örgütüne olacak. Çünkü artık bizim mahalleden tek oy çıkmaz.

Evde bu yazıyı yazarken hoplayıp durdum. Bu titreşimlerden içinde insan oturan orta ve küçük hasarlı binalar etkilenmez mi? Vali Yavuz Selim Köşger de siyasi partilerin Bayraklı örgütleri de “susarak izliyorlar”. Ben de eli kalem tutan bir yurttaş sıfatımla soruyorum: Biz ne yapalım, kafamıza kolon, kiriş yıkılmasını mı bekleyelim? Koskoca bir mahallenin bu kadar sahipsiz kalmasını anlamakta zorluk çekiyorum.

NOT: Hani gelip görseniz, depremde evlerini kaybetmiş insanların evlerini yapacaklar ama tanıtım panolarına neler yazmışlar. Sanki depremzedeler değil de “başkalarına” lüks yaşam alanları inşaatı bu!