Nâzım Hikmet’in Bursa Cezaevi’ne gelişini şöyle anlatır Orhan Kemal:

"1940 senesi kışı idi. Dikkat edin, "1940" dedim. O zaman harp devam ediyordu. Fakat henüz yalnız batıda. Ben hapishane kaleminde evraklar ile uğraşıyordum. Amirim olan hapishane kâtibi postadan yeni gelmiş resmi evraka bakıyordu. ‘Ooo!’ dedi, ‘Gözün aydın, üstadın geliyormuş.’

İnanamadım... Elinde tuttuğu müzekkereyi uzattı; ‘14 Mayıs 1966 tarihinde bitecek olan ceza süresini doldurmak üzere tutuklu Nâzım Hikmet idarenizde bulunan cezaevine naklen gönderiliyor.’

Bana hapishane bahçesinde dikilmiş zambakların yeşil yaprakları üzerindeki karlar erimiş gibi, umumi afla serbest bırakılmışım cezamın bitmesine kadar olan yıllar birden tükenmiş gibi geldi. Herkes gibi ben de O’na gıyaben hayrandım. Herkes gibi kendimi bilmeden O’nu seviyordum…

İdareden usulcacık çıktım. Hapishanede şiir yazan kendilerini şair sanan bizler üç kişiydik; Gazeteci Necati Akgün, Yusuf İzzet Çakaloğlu ve ben. Fakat birincilik bende idi. Ne de olsa yazdıklarım basılıyordu. Koşmamak için kendimi zor tutuyordum. Necati’nin koğuşuna gittim. Necati, Nâzım’ı, İstanbul Tevkifhanesinden tanıyordu.

Nâzım’ın geleceğini duyar duymaz Necati, bir çocuk gibi ellerini çırpmaya sıçrayıp hoplamaya başladı. Yaşasın, dedi. Sonra da, aman!

- Sakın ha şiirmiş, soruymuş canını sıkmayın. Bundan hiç hoşlanmaz, pılısını pırtısını toplar başka koğuşa gider. İzzet’e de tembih et.

İki saat geçmeden bütün hapishane öğrenmişti; Nâzım’ı getiriyorlar. Necati, ulan, dedi. ‘Ağzında mercimek ıslanmazmış.’

Ve konuşmaya başladık:

- Şiirlerimizi okuruz…

- Yok canım, bizimkiler de şiir mi?

- Seninkiler yine iyi.

- Seninkiler de fena değil.

- Ben hiç okula gitmedim ki!

- Ben de ortayı bitiremedim. 

- Sen yine çok okumuşsun. Eski yazıyı biliyorsun. Ya ben???

- Demek yataklarını omuzladığı gibi…

- Sıkıntıya hiç gelemez.

- O’nu şiir okurken duydun mu sen hiç?

- Duydum… O okurken insanın yüzü dalga dalga olur. Hem biliyor musun? Ağlayan bir çocuğu kucağına alsa, çocuk susuverirmiş.

- Ben de şöyle duymuştum: Güya, dalarmış bir kahveye, şöyle alelade bir esnaf kahvesine, cepte mangır okkayla tabii. Sokulurmuş en fakir birine mesela, dermiş ki; ‘İşte benim param, sen de çıkar bakalım!’ Adam şaşkın, çıkarırmış üç otuz parasını. Nâzım; ‘Paralarımızı birleştirip yarı yarıya bölüşelim!’ Adam mutlu… Birleştirip paraları, yarı yarıya bölüşürlermiş…

Aradan birkaç hafta geçti, yine böyle kurşuni sisli bir sabah evrak karıştırıp pencereden karla örtülü yeşil zambak yapraklarına yine bakarken Necati nefes nefese kaleme geldi: Nâzım Hikmet’i az önce getirdiler. İyice hatırlıyorum, kalemimi elimden düşürdüm.

- Müdürün yanına soktular, O’na senden bahsettim gel şimdi neredeyse avluya çıkaracaklar.

Bunları nefesi kesilerek bağırıyordu. O kadar heyecanlıydım ki, başım dönüyordu. O'nu; Benerci, Jökond, Bedrettin destanlarını yazan insanı, şimdi görecektim demek!

Kapı açıldı, gülümseyerek çıktı. Göz göze geldik. Mavi gözlerinde, gülümsemesinde tertemiz apaçık çocuksu bir şey vardı. Nereye gitsem, ne yapsam diye düşünürmüş gibi durakladı sonra Necati’yi gördü. 

O'na doğru gitmek istedi fakat Necati, Nâzım’a doğru koşarak beni takdim etti. Nâzım askerce topuklarını birleştirerek ve yüzüne ciddi bir ifade vermeye çalışarak kendini takdim etti: Ben Nâzım Hikmet…

İşte karşılaşmamız böyle oldu, böylece talebesi oldum. Ben de O'na kendimden fazla inanıyordum. Tüm çevresindekiler gibi…"

İnandı ve nice yazın ustası, sanat erbabı gibi hapishanede kaldığı süre içinde Nâzım'ın tedrisatından geçti de ülkemizin en büyük öykü yazarlarından biri oldu Orhan Kemal...

Anısına, mücadelesine, dik duruşuna ve üretimlerine saygıyla…