79 yıl önce, doğanın şaşmaz saati, fiziksel ölüm gerçeği ile insanlık belleğinde ölümsüzlük kazanmanın öykülerinden birini aynı anda yazdı.
Aradan geçen 79 yıla rağmen, en utanmazca saldırılardan en hezeyan hamaset gösterilerine, incelikten ve ahlaktan yoksun bir bataklığa rağmen, adı geçtiğinde bu topraklar derin bir nefes alıyorsa, nedeni bu öykünün tarihsel ve evrensel sağlamlığındandır.
Çünkü tarih ve evrensel insanlık değerleri, hiçbir insanı sınamadan, süzmeden, ölçüp biçmeden, böylesi bir onurlandırmayla selamlamaz, unutulmazlar bahçesine kabul etmez. Bunu hak etmek için, Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak gerekir.
Yobazından liboşuna, solmuş solcusundan sığlıkta debelenen sağcısına, ellerindeki her türlü araç ve gereçle saldırmalarına rağmen, 79 yıldan beri yanıt verme ve haddini bildirme olanağı bulunmayan bir insan, nasıl hala bir sevgi, saygı, vefa ve minnet haresi içinde pırıl durmaktadır? Yanıtını “Benim en büyük eserim Türkiye Cumhuriyeti’dir” sözüyle ve bıraktığı eserlerle vermek, hiçbir şey yapamıyorsanız bari “Söylev”i okuyup anlamayı başarın demek elbette kolaydır.
Bu korkunç ve kötücül koronun derdi, sorunu, sıkıntısı, o kadar da büyük bir araştırma ve tahlil gerektirmiyor.
Yobazın derdi bellidir. Din esaslı bir düzen yıkıldığı, o düzenin kurum ve makamları elinden alındığı için, kin ve intikam içindedir. İnsanın özgürleştiği oranda inancında özgürleşeceğini ve inandığıyla arasına kimseyi sokmayacağını, en iyi bilen yobazdır. Yüzyıllarca bir ailenin egemenliğinde, kul ve ümmet dayatmasıyla yaşayan insanların coğrafyasında sürdürdüğü keyfin, yurttaş ve toplum algısıyla çöpe atıldığını bilmektedir. Yobazın en büyük tragedyası, insanlığın büyük yürüyüşündeki diyalektiği anlayamamak, tarihin değerlerine saygı ile geleceğin aydınlığını buluşturamamaktır. Günümüz dünyasında ekonomiden iç ve dış siyasete, karşılığı olmayan ve olamayacak öngörülerinin her gün iflas ve yıkımla sonuçlandığını gören yobaz, laf ebeliği ve çarpıtmalardan medet ummaktadır. Dünyanın bugün dayatılan “yeni ortaçağ” cehaletinden ve emperyalizmin biçimleme çabalarından medet uman ve eklenmeye çalışan yobazın, her sözü ve eylemiyle buna itiraz oluşturan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e diş bilemesi elbette doğaldır.
Liboşundan solmuş solcusuna, dertleri bellidir. Liboş derken, emperyalizmin vitrininde “saldım çayıra mevlam kayıra” sözünü kanıtlayan, çıktığı yumurtayı beğenmeyen tipleri, kime neden su taşıdığını bilmeden kelam ve duruş sergileyenleri, duvara her çarptıklarında “Kandırıldım, aldatıldım” diyenleri ve kullanma süreleri bitince çöpe atılanları anlıyoruz. Başka da söz ve tahlili hak etmiyorlar. Ama solmuş solcular cenahına iki çift lafımız var. Savunduğunuzu sandığınız diyalektik, sol düşüncenin ilk basamağıdır. Sol, tarihsel bilinçle bugünü okumanın ve yarına dair tasarımda bulunmanın öteki adıdır. Olağanüstü bir insanlık öngörüsünü, etnik ayrımcılığa, feodal kalıntılardan ve emperyalist taktiklerden medet ummaya indirgemeyi reddetmektir. Bu yazının konusu özelinde, hiç olmazsa Nazım’ı okumayı, Lenin’i anlamayı, Türkiye Cumhuriyetinin ilanı sürecindeki toplumsal yapıyı sağlam biçimde okumayı ve algılamayı gerektirir. Bu bahiste, solculuğu saçma milliyetçilikten militarizm şakşakçılığına indirgemeye çalışanlardan söz etmeyi gereksiz buluyoruz. Bizim anladığımız sol, sınıf bilinciyle davranan, laiklik başta olmak üzere, Cumhuriyeti ve devrimlerini doğru algılayan dünya görüşüdür.
Daha önce de yazmıştık. Bugün partisinden demokratik kitle örgütlerine düşen acil görev, 1919-2019 ile 1923-2023 algısını kendince yorumlayıp dayatanların ezberini bozmak ve kendi tümcelerini cesaretle dillendirmektir.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü anmak ve yaşamak, işte bu kadar yalın ve günün hay huyuna feda edilemeyecek kadar değerlidir.