Mayıs çılgınlıklar ayı. Yaşama sevincini, hüznünü, umudunu, kederini, aykırılıklarını, karşıtlıklarını taşır içinde. Bayramlar, şenlikler, delikanlı olaylar, devrimler, ünlü doğumlar, ölümler, öldürümler…

Yazınımız için de oldukça devinimli aylardandır Mayıs. Bunları yazsam bu köşe dar gelir. Yazmasam… Onu çok yıllar önce Sait Faik “Haritada Bir Nokta” öyküsünün sonunda söylemiş zaten.

“Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kağıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım…”

Peki Sait Faik yazmasaydı ne olurdu? Dünya yıkılmazdı elbette; ama Türk öykücülüğü de önemli, değerli, donanımlı, farklı bir yazarına kavuşamazdı.

Şairler, öykücüler, romancılar, denemeciler yazmasalardı ne olurdu? Sanırım bu dünya çekilmezdi, tadı tuzu olmazdı. Sanatla, yazınla dünya daha aydınlık, daha varsıl, daha yaşanır değil mi?

Bugün 11 Mayıs… 1954’e dönünce Sait Faik’in sonsuzluğa göçtüğü tarih anımsanmaz mı? Sahi o öldüğünde ben 8 yaşındaymışım. Nice sonra ayırdına vardım, okudum, sevdim. 68 yıl sonra da hiç unutulmadı Sait Faik Abasıyanık.

Türk öykücülüğünde çığır açtı. Klasik öykü tekniğini yıkarak doğayı, insanları hem iyi hem kötü yanlarıyla ama şiirselliğin de tadını çıkararak ustalığını belleklere kazıdı. Bunu yaparken Batı'daki gelişmelere bağlı kalmadı, hiçbir yazınsal anlayışın etkisinde hareket etmedi, belli bir duruş ve deyişin izleyicisi olmadı.

Bireyin toplum içindeki sorunlarını da dert edinerek, öykülerinde çoğunlukla kendisinden yola çıkıp bireyler hakkında insan gerçeğini anlamaya çalıştı. Kentli alt sınıfın yaşamına uzak durmadı; balıkçıyı, işsizi, kıraathane sahibini de anlattı. İnsanların yaşama biçimlerini, isteklerini, kaygılarını, korkularını, sevinçlerini irdeledi.

Bir devrimci miydi, sosyalist miydi, sınıfsal öğretinin emekçi yazarı mıydı? Ona“toplumcu gerçekçi” nitelemesini yakıştırmak zor; ama insancılıdır, insan sevgisini içselleştirmiştir. Ermeni balıkçılarının, Rum Ortodoks rahiplerinin, işçilerin, garsonların, memurların, çocukların, suçlularının, evsizlerin, düş kırıklığına, haksızlığa uğramışların yaşamını da kendi biçemiyle, duyarlığıyla, insancıl yaklaşımıyla yazmıştır.

“Yazmasam deli olacaktım” tümcesi de bir bakıma Sait Faik’in toplumsal haksızlık karşısında, bunu açıklama, tepkisini gösterme gücünün yoğunluğunu, derinliğini anlatır.

O zaman Sait Faik’in sesini duyalım, onun “Hişt! Hişt!” sözlerine dokunalım: “Nereden gelirse gelsin dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin! Bir hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları.”

Evet Sait Faik’in yazmasam sözü bana her zaman şair Oktay Rıfat’ın sözlerini de anımsatır. Metin Eloğlu, Oktay Rıfat’a sormuş, “Reis, ne olacak bu şiir olmazsa?”

Oktay Rıfat’ın yanıtı hazırdır. Bilinen ama yinelense de tadını yitirmeyen sözlerdir onlar: Şiir olmasaydı, yaşama dediğimiz oluşun çarklarından biri eksilirdi. Belki kıyamet kopmazdı ama insanlar sevişemez, öpüşemez, beğenemez, yarınların yeni düzenine şiirli dünyanın hızıyla kavuşamazdı”

Onun içindeli olmayalım; ama okuyalım, yazalım; şiirsiz, öyküsüz, romansız kalmamaya özen gösterelim, yazınla duyarlığımızı varsıllaştırmaya çalışalım.