Her işimiz tam çok şükür şu an!

Derdimiz, tasamız, kaygımız da yok değil mi? Ekonomi tıkırında, her yer güllük gülistanlık, Edirne’den Ardahan’a, İzmir’den Van’a, Sinop’tan Anamur’a bir tek yurttaş bile para sıkıntısı, işsizlik, mutsuzluk yaşamıyor değil mi?

Zengin fakirle paylaşıyor, fakir fakirle dayanışma içinde, herkes “sabır” ve “şükür” kavramlarını özümsemiş, “ezan” ve “selâ” arasındaki “hayatını” güzelce yaşıyor değil mi?

Oğul babasına, kız anasına, genç yaşlıya, erkek kadına, insan hayvana ve ağaca pek bir saygı ve anlayışla sürdürüyor ilişkisini değil mi?

Anadolu bir uçtan bir uca sevgi pıtırcıklarının uçuştuğu, dağlarından yağ, ovalarından bal akan bir diyar-ı cennet değil mi?

Kimse kimseyi aldatmıyor, kimse kimseye yalan söylemiyor, sözlüklerden “kötülüğün” silindiği, “kibir” denen şeytaniliğin kahredildiği bir güzel diyar değil mi Türkiye?

Makam sahipleri makamlarının geçici olduğu bilinciyle makam geçtikten sonra, sokakta gönülden bir selam alma umuduyla “çalışıyor” değil mi?

“Haydaa Hasan Tahsin, dört gün tatil yaptın, tatilde kafana bir şey mi düştü?” dediğinizi duyar gibiyim. Düşmedi, düşmedi de kafama bir şey, artık gerçekten yürekten söylüyorum “birileri” ne içiyor, ne yiyor da böyle saçma sapan, yalan dolanla milleti birbirine düşürmeye çalışıyor anlamıyorum. Anlamıyorum ve bunu yapanların nasıl olur da şeytana hizmet ettiklerini hissetmediklerini de anlayamıyorum.

Velhasıl, gördüğüme aldanmamaya, duyduğuma inanmamaya uğraşıyorum.

Türkiye’mde siyaset artık “kalitesiz mugalata” oldu. Zira temeli “cehalet” olan konuşmalar, sözlerden değil sadece “vızıltı” ve “gürültüden” oluşur. Cehaletle çıkan sözlerde anlam da yoktur, ruh da yoktur ama kin, nefret, kibir, öfke çoktur. Ve cahil olan her türlü kötülüğü yapar, da yaptığının “kötülük” olduğunu anlamaz.

Keşke eski çağlardaki gibi “çilehaneler” olsaydı… Olsaydı da o “çilehanelere” ama 40 gün ama daha az, günde bir lokma ekmek, bir çanak suyla siyaset erbabını soksaydık. Soksaydık da, konuşmaları konuşma, çıkardıkları seslerde de “insani hava” esebilseydi.

Geçen hafta Hazreti Mevlânâ’yı da ucuz mallar satan “bir milyoncu tezgâhlarına” düşürdüler ya? Ne diyeyim ben ne?

Hangi siyasetçi ne dedi, kim neye neden karşı çıktı, söyleyenlerin, söyledikleriyle yaşamları ne kadar örtüşüyor umurumda değil.

Ama cehalet ile Hazreti Mevlânâ’yı bir tuttular ya! O kara cehaletlerinin çamurunu Hazreti Mevlana’nın o muhteşem yüreğine sıçratmaya çalıştılar ya, ne diyeyim alayını Allah ıslah etsin.

Mevlânâ hazretlerinin Anadolu’ya geldiği dönemleri, dönemlerinde bilmeyenler, araştırmaları okumayanlar, yılda bir defa zenginliklerini teşhir amacıyla Konya’ya gidip, “şeb-i aruzu” izleyip ondan sonra da “Mevlânâlar ne güzel dönüyordu şekerim.” diye şık şıkıdım birbirlerine söyleyenler şimdi birdenbire “ses çıkarmaya” başladı.

Hazreti Mevlâna aynı zamanda “Mevlâna Celaleddin-i Rûmi” biliyorsunuz değil mi? Adındaki “Rûmi” nedir peki? “Anadolu’da yaşayan” demektir. “Anadolu’ya has, Anadolu ile ilgili” demektir.

1200’lerin Anadolu’nun hangi koşullarda, nasıl olduğunu gerçekten anlayan kaç siyasetçimiz var merak ediyorum. TRT’deki akla ziyan “yeni tarih” dayanmalı saçmalıkları izleyenleri zaten ciddiye ve dikkate almıyorum da mutlaka vardır sanıyorum “bilen okuyan” bir “tefekkür” sahibi “doğruya” âşık siyasetçi?

Mevlânâ’nın en önemli özelliği neydi?

Sevgisi ve hoşgörüsü değil miydi? Cadı kazanına dönmüş Anadolu’da, asayişin yerle yeksan olduğu, Bizans’ın, Moğolların baskısının doğrudan “fakir fukara, garip guraba” üzerinde olduğu, umutsuzluğun, karamsarlığın çok, korkunun yaygın olduğu zamanlarda Hazreti Mevlâna, Konya’dan neyi haykırıyordu her yöne?

Neydi onun unutulmaz öğütleri?

“Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol. Şefkat ve merhamette güneş gibi ol. Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol. Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol. Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol. Hoşgörülülükte deniz gibi ol. YA OLDUĞUN GİBİ GÖRÜN YA GÖRÜNDÜĞÜN GİBİ OL” değil miydi ey canlar?

Neredeyse 900 yıl önce yaşamış bu müthiş yürek, sanki bugünleri görmüş de uyarmış, öğütlemiş “doğru” olanı. “Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol.” demiş!

Mevlânâ “hayat” ile “ölümün” birbirinden ayrılmazlığını, “yaşamak” kadar” ölümün” de bir olduğunu anlatıp durmamış mı? Yaradılışın sancısını, ölümün de “vuslat” olduğunu, vuslatın da “ait olunan asıl diyara, yüce Allah’a kavuşmak” olduğunu anlatıp durmamış mı?

Her ne kadar kimin söylediği konusunda tartışmalar varsa da Mevlânâ’nın yaşama bakışına yakışan bu sözler de mi anlaşılmadı acaba?

“Gel, gel, ne olursan ol yine gel ister kâfir ister mecusi ister puta tapan ol yine gel. Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir, Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel...”

O gösteriyi ve sanatçısını belki de izlemeden ama sonuna kadar izlemeden, araştırmadan, anlamaya çalışmadan “çıplak semazen” diye kalem oynatanlar, kelam eyleyenler acaba mahşerde Mevlânâ’nın yüzüne nasıl bakacak? Kendi devr-i iktidarlarında zenginin zalim, fakirin ise daima korkutulan, lakin iki kesimin de gideceği yerin “toprak” olduğunu hâlâ anlamamışlar ya ne diyeyim?

Kimseyi savunmuyorum… Önce ben de anlayamadım. Ama araştırdım, dakikalarca da izledim. Ziya Azazi adlı yurttaşımız, sanatçımızı da tanımam. Fakat Ziya Azazi’nin kamuoyuna yaptığı açıklamayı herkesin okumasını dilerim. Özellikle de “işkembe-i kübradan” atıp tutanların… Bakın sanatçı ne diyor:

“Bahsi geçen ‘Dervish In Progress (Gelişmekte olan Derviş)’ adlı performansımda bir arınma hikâyesi anlatmaktayım. Hayatta giyindiğimiz kimliklerden kurtulmayı, kalbi ve ruhu arındırmayı; özetle kabuk içinde kabuk olan benliğin çıplaklaşma çabasını sergileyen bir danstır bu. Gösterinin sonunda (ölümü temsilen) eteğin altında kalışım da, bu çabanın mezara kadar sürmesi gerektiğini ima eder. “Düne ait ne varsa dünde kaldı cancağzım, bugün yeni şeyler söylemek lâzım.” der Celaleddin-i Rumi.”

Fakat mesele “yarı çıplak” oluşta galiba. Öyle ya şu anda dünya gündeminde “kadını” insan görmeyen ama “kullanmaktan da” vazgeçmeyen bir “düzen” dayatması var! Diyanet İşleri sürekli olarak “cahiliye döneminden” bahsediyor ya, peki Arapların İslam öncesi zamanlarında, Türkler nasıl yaşıyormuş? Türkler kadınlarına nasıl davranıyormuş? Kimse kusura bakmasın ama Türklerin tarihteki varlıkları İslam’la başlamadı. İslam’a “medeniyet” ölçütleri getirendir Türkler.

Fakirliğin artık arşa değdiği, zenginin zulmünün iyice arttığı, hayatın borç üzerinden döndüğü, kadın ve çocukların “ırzlarının” tehlikede olduğu, eğitimden ekonomiye, emperyalizmin yandaşı bazı “Arabi tiplerin” bulaştırıldığı bu zamanda, mevcut iktidar ve yandaşlarına son sözüm:

“Ya olduğunuz gibi görünün ya da göründüğünüz gibi olun.” ve hiçbirimizi de sizden daha az akıllı sanmayın lütfen.

Bu satırlarımdan sonra tabii ki beni de “dövdürtebilir” hatta “öldürtebilirler.” Hiç fark etmez, “Rûmi” olmak eziyete dayanmaktır, Anadolu’da tefekkürü yüzünden “katledilen” o kadar çok “manevi önder” var ki…

Ha son sözüm, kişi ölünce yıkanır, yıkanmadan soyulur, sonra kefene sarılır. Anladınız mı? Anadolu’da neden söylerler acaba mesela “kefenin cebi yok” diye? Birileri galiba “kefene cep diktirmek” istiyor da, bakalım ötede geçerli olur mu?

Şimdi bu yazının en başına dönün bir daha okuyun başlangıcı, keşke devr-i iktidarınızda böyle bir ülke yapabilseydiniz!

***

FERAHLIK VAR DEDİK AMA?

“Tebdil-i havada ferahlık vardır.” mı demiş eskiler? Biz de eşimle buna uyduk ve 20 yıldır vazgeçemediğim Mordoğan’a gittik. Ne yapacağız, yaş gereği artık aradığım huzur ve sükûn… Tabii bir de hesap… Öyle “beach club” savurganlığına ne yüreğim dayanır ne de cüzdanım.

Olup olacağı 4 gün… Lakin huzur ve sükûnete rağmen, bazıları “Hadi canım!” dese de, girmişiz bir kere yurttaşın kalbine. Yalnız kalmak ne kelime. Karaburun Belediye Başkanı hanımefendiyle görüşemedim. Ama özellikle Mordoğan’da balıkçısından kahvecisine, emeklisinden garsonuna, turizmcisine hep selamlaştık söyleştik. Mordoğan’ın ve Karaburun’un eski Başkanı Ahmet Çakır ve eşi Havva Hanım ile buluştuk, saatlerce eski günleri yâd ettik. Memleketin ahvalinden, sağlık ve esenlikten bahsettik. Siyaset yapmadan, dedikodu etmeden güzel bir akşam yaşadık.

Açıkça söyleyim, duyduklarım hoşuma gitmedi. Mordoğan’ın ortasında eski bir oteli “apartman” gibi bir şeye döndürüyormuş yeni sahibi. Minnacık daireler milyonlukmuş ve çoğu da inşaat aşamasında satılmış. O koca ve çirkin bina zaten yakışmıyordu Mordoğan gibi şirin bir beldeye, şimdi iyice kaygıya neden olmuş. Bina dolduğunda kimler gelecek, bu huzur ve sükûn bozulacak mı? Canım Mordoğan, Alaçatı görgüsüzlüğüne mi yelken açacak acaba? İnanın herkeste bir kaygı ki sormayın. Lakin bazılarının kıblesi para olduğundan bir şey diyemiyorum vesselam. Öte yandan Mordoğan’da müthiş bir “el değiştirme” yaşanıyormuş. Arazi, konut nereyse kalmamış. Müthiş de bedelleri varmış. İZSU, İZBETON çalışıyordu. Lakin bu küçücük yerde bir “iletişim” sorunu var “halkla ilişkiler” anlamında. Mordoğan’ın çeperlerindeki yerleşimlerde ise ciddi bir yol sorunu var. Çatalkaya ve civarına ulaşmak için “arazi aracı” lazım desem abartmış olmam.

Bir de Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi sosyal alanları konusu var ki, herkesin ağzında “siyah takım elbiseli adamlar” buraya ne yapacak sorusu. Kim bunlar, ne düşünüyorlar kimse bilmiyor. Aslında aklıma Karaburun köyleriyle ilgili, Sazak ve Yayla köyleriyle de ilgili bazı konular geldi ama onları başka zaman yaşarız. Tek endişem şu ki “söz konusu menfaat olduğunda gelecek tamamen teferruat” oluyor artık galiba!

***

CUMA’YA…

Hatırlıyor musunuz? Bir süre önce “İzmir sermayesi ve kültür” konusunda yazmıştım. Amacım İzmirli iş insanlarının çoğunun yüreklerinin İzmir için atmadığına dikkat çekmekti. Kente ait olmak düşüncesi ne yazık ki küresel çağın şartlarına aykırı. Lakin riyakârlık ve arsızlık da küreselcilerin sanki karakter özellikleri. “Kıroyum ama para bende!” lafı eskiden otomobillerin kaporta yazısıydı ama şimdilerde galiba “zenginliğin” anayasasının ilk maddesi olmuş. Ben yazmaya devam edeceğim. Bazı sözde aydınların neden “zengin” savunucusu olduğunu da cumaya yazacağım. Bu arada siz de şu meşhur “Çağrı” filmini izleyin. Orada Ebû Süfyân ile bir şairin diyaloğu var, ona dikkat edin.