Ünlülerden söz etmek, dedikodu sayılmamalı, çünkü birçoğu bundan beslenmiştir. Kimileri de, arkalarında bıraktıkları yaşam biçimi, etkinlik ya da yapıtlarından dolayı yalnızca öldükten sonra anlaşılmış ve üne kavuşmuştur. “Kırmızı ve Siyah” (Le Rouge et le Noir) adlı romanıyla tanıdığımız Stendhal bu tür ünlülere ilginç bir örnek sayılabilir.
O, zamanının insanları için değil, gelecek kuşaklar için yazdığını dile getirmiştir. Üstelik kendisini dünya çapında büyük bir üne kavuşturan “Stendhal”i takma ad olarak kullanmıştır. Demek ki yaşarken, gerçek kişiliği üstünden ilgi çekmeyi gerekli görmemiştir ya da daha doğrusu çağdaşlarının anlayış düzeyini aşmaya çalışmıştır.
Yazının konusu, “büyüklerinin gölgesinde” üne kavuşanların durumudur. Böyle bir yaklaşım ister istemez “Büyükleri olmasaydı, yine de çocukları ünlü olabilirler miydi?” gibi bir sorgulamayı içeriyor.
Baba ve oğul aynı adı taşıyan iki Fransız yazar vardır: Alexandre Dumas. Bir raslantı sonucu uzaktan uzağa adaş oldukları bile düşünülebilirdi. Ama onlar bu yakın ilişkiyi hiç saklamadı; birincisi “Alexandre Dumas père” (Baba Alexandre Dumas), ikincisi de “Alexandre Dumas fils” (Oğul Alexandre Dumas) adlarını kullandılar. Yazın tarihinde de böyle anılırlar. Bu arada, oğul Dumas’nın babasına epeyce özendiği söylenir.
Genelde ünlülerin çocukları şu ikilemle karşı karşıyadır: Bir ünlünün çocuğu olarak mı, yoksa kendi yeteneklerinden dolayı mı ünlü olmak isterler? Birinci durumu yeğleyenler, yani ünlü bir anne ya da babadan gelmekle övünenler çıksa da, sadece “kendileri olmak” ve ünlerinin kendilerinden başlamasını isteyenler çoğunluktadır. Tıpkı Napolyon Bonapart gibi. O da kendisini Sicilyalı bir “soysuz” olarak hükümdarlığa yakıştırmayanları “Benim soyluluğum kendimden başlar” diye yanıtlamıştır.
Bizdeki Çetin Altan ile oğulları Ahmet ve Mehmet, Aziz Nesin ve oğlu Ali, Uğur Mumcu ve oğlu Özgür, Ahmet Say ve oğlu Fazıl örneklerine bakalım şimdi.
Baba-oğul Altanlar birbirleriyle etkileşim içinde yaşadılar. Altmışlı yıllarda Çetin Altan ününün doruğundaydı. Çünkü hem tanınmış bir gazeteci, hem de İşçi Partisi’nin en etkili milletvekillerinden birisi olmasının yanında, gençliği sola yönlendirmeye büyük katkı sağlayan öncülerden birisi olmuştur (Bir üniversite öğrencisi olarak ben de kendisinden oldukça etkilenmişimdir). Ancak 12 Mart darbesi döneminde hapse atılması onun için bir dönüm (kimilerine göre “döneklik”) noktası oldu. Bu tutum değişikliğini kendisi de açık seçik belirtmiş ve ölünceye değin bu dediğini yapmıştı. İlginç olan şu ki, çocukları da, yazarlık çizgilerini babalarının izlediği “dönemeçli” yolda sürdürdü (Ama gazetecilik çerçevesinde açıkladıkları düşüncelerinden dolayı yargılanıp hapse atılmayı kesinlikle hak etmedikleri kanısındayım).
Ali Nesin’in, babasının izinde gittiği pek söylenemez. O, bir tür “matematik felsefesi” geliştirerek belirli bir üne kavuşmuştur. Bana sorarsanız, matematik düşlemleri kurmak yerine, başarılı matematikçiler yetiştirseydi daha ünlü olurdu, kazandığı ünü daha çok hak ederdi. Tıpkı Cahit Arf gibi…
Özgür Mumcu beni daha çok şaşırttı: Biçemi ve gündem konularıyla babasından en ufak bir iz taşımadığı gibi, Cumhuriyet’in geçtiğimiz “ara döremi”nde Uğur Mumcu karşıtlarının tutumuna katılmış göründü. Gazeteye giriş ve ayrılış zamanlaması da bunu gösterdi.
Ahmet Say ile Fazıl Say’a gelince, onlardan söz etmek için, yalnızca buradaki birkaç satırlık yerim değil, köşemin tümü yetmez. Benim bilgi ve anlatma yeteneğim de… Şu kadarını söyleyebilirim: Sanat bağlamında baba yetkin bir öğretmen, oğul onu aşan, dünya çapında ünlü bir öğrenci olmuştur.
İlerleme böyle bir şey olmalı.