Bir önceki “Çağdaş Demokrasi ve Medya” başlıklı yazıda, Osmanlı basını ile Türk 'medya'sının (ilki Osmanlı döneminden Cumhuriyet dönemine, ikincisi Cumhuriyet döneminden Osmanlı dönemine olmak üzere ileri-geri) iki dönüşüm geçirdiğini belirtmiştim. Burada da medyanın yönetim baskısından ya da çıkar engelinden nasıl kurtulabileceğini sorgulamaya çalışacağım.
Doğrusunu söylemek gerekirse ülkemizde basın-yayın kuruluşları her iki dönemde de ya hiç ya da yeterince özgür olamamıştır. Birincisinde dinsel yetkilerle donatılmış padişahların saltık monarşi yönetimi buna engeldi. İkincisinde, önce devrim ilkeleri gereği her kurum gibi basın da alabildiğine çok sesli olamazdı. Daha sonraki 10 yıllardaysa, devrimlerin öngördüğü demokrasimiz yeterince gelişmediği için, devlet gücü kullanmaya kalkışan iktidar partilerinin baskıları nedeniyle…
Oysa demokratik bir ortamda, kişiler gibi kurumlar da, temel ilkelerde birbirleriyle uyum içindedir: Bu vazgeçilmez bir ortak paydadır. Ayrışma ve karşıtlaşmalar, başka deyişle özgürlükler, daha sonra başlar.
Medya kuruluşları kendi ilke ve kuralları çerçevesinde tam bir dayanışma içinde böyle bir işleyişe önemli katkılar sağlayabilir, demokrasi konusunda halkı aydınlatmaya çalışabilirdi, vb. Bunu yapmadılar. Tam tersine, birbirlerine karşı nerdeyse savaş veren sözde siyasal partilerin birer şubesi olmaktan çıkamadılar. Ne yazık ki, toplumun bütününde olduğu gibi, basın kuruluşları arasındaki ayrışmalar da, çağdaş özgürlüklerden çok, “temel ilke ve kurallar” düzeyinde süregelmiştir: 100'üncü yılını doldurmakta olan cumhuriyetimizin anayapısını tartışmaktan kurtulamadılar bir türlü. Oysa bitmek tükenmek bilmeyen bu uğursuz savaşın dışında kalması gereken medya, tam tersine, hep savaş kışkırtıcılığı yaptı ve yapıyor,
Ne yazık ki çıkar duygusu ile dalkavukluk ulusal düzeyde bize tebelleş olmuş en “kötü alışkanlık”tır ve henüz etkili bir ilacı da bulunmuş değildir. Çünkü ölçümü olmayan soyut bir vicdan sayrılığıdır bu… Aynı soysuzluğun bir başka nedeni de, kötü bir meslek anlayışı konusunda süregelen gelenek ya da örneksemedir: “Demek ki gazetecilik böyle oluyor” önyargısının yerleşmiş olması.
Batıda daha aydınlanma çağına geçmeden önce, özellikle 17'nci yüzyılda, yazar ve filozoflar yapıtlarında en çok “ahlak” konusunu işlemiştir. Bilgi bilincinin gelişmeye başladığı o yüzyıla damgasını vuran yazarların önemli bir bölümü de “moralistler” (yani töreciler, ahlakçılar) olmuştur. Yine de Fransız devrimi sonrasında, devrimci düşünürler bile başa çıkamadıkları bir sorun olarak dalkavukluk illetini göstermiştir. Bizde de medya yetkilileri ve çalışanlarının bir türlü kurtulamadıkları illet budur işte.
Medyamız, salt kazanç kapısı olmaktan çok biraz da tutku işi olmalıydı: Tıpkı sanat gibi. Gerçek sanatçının büyüklüğü böyle bir tutkunun ürünüdür. Örneğin Uğur Mumcu gerçek anlamda “tutkulu” bir gazeteciydi. Ne yazık ki, rahatlıkla katledilmesinin nedeni, meslek dayanışmasından yoksun olmasıydı. Aynı tutkuyu paylaşan bir gazeteciler ordusu içinde yaşıyor olsaydı, kılına bile dokunulmazdı; en azından bu olasılık son derece raslantısal ve zayıf olurdu.
Sonuç: Sahi, şu bizim medya nasıl özgürleşir? Doğrusu tam olarak bilmiyorum. Örneğin çok sayıda “gazetecilik yüksekokulu” ya da benzeri adlar taşıyan yükseköğretim kurumlarımız var. Ama onlar daha çok işin uygulayım ve yöntemiyle ilgileniyor olmalı. Uğur Mumcu böyle bir okuldan geçmedi. Kaldı ki “tutku” denilen şeyin okulu yok, tanımı yapılamıyor. Keşke Türk medyası, ideolojiyi işe karıştırmadan, binlerce, on binlerce Uğur Mumcu’larla doldurulabilse! O zaman, işte size özgürlük içinde dayanışmalı yaşam güvencesi…
Ama katledilmesinden sonra onu övgüyle ananlar için “nekrofil” (ölüsevici) diyebilen sapık ruhlu sözde meslektaşları insanlığa, uygarlığa, özgürlüğe ve demokrasiye düşmandır.