Öyküye yeni bir anlayış getirdi. Öykünün biçimini yenileştirdi, öyküyü bildik kalıplardan kurtararak “özgür”leştirdi.
Her yerde rastladığımız, ama yaşamlarının derinliğine giremediğimiz, ayırdına varamadığımız sıradan insanları yazdı; işsizleri, hamalları, kimsesiz çocukları, sokak kadınlarını, balıkçıları, emekçileri, küçük burjuvaları…
İnsana yönelik özgün bakışıyla, yaşama sevinciyle, şiirsel anlatımıyla, yazınımızın önemli yazarlarından biri oldu.
O Sait Faik’ti, bize “hişt, hişt” diye seslenen öykü sıcaklığıyla.
“Belki bir deniz kenarı, bir ağaç altı, bir rüzgar, bir sessiz kahve, bir bardak çay, bir simit, bir dilim kaşar peyniri, bir yarım kilo şarap bulursak, dost olarak bu en iyisi.” diyecekti; ama yine aradığı bir şey vardı “Ama insan? Yok kardeşim yok, insan bulamayacağız.”
Bugün de yaşıyor olsaydı Sait Faik, bu sözleri mi diyecekti yine? Başka şeyleri de ekleyecekti belki de. “Hişt! Hişt!” diye seslenecekti; biz duyacak mıydık?
“Nereden gelirse gelsin dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin! Bir hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları.
Hişt hişt!
Hişt hişt!
Hişt hişt!”
O Sait Faik’ti; hem Adapazarlı’ydı, hem adalıydı; hem yalnızdı, yalnızlığına kaçacağı denizi ve adası vardı. Dünyalıydı, “dünya nasıl olmalı” sorusuna da öykü kişisinin diliyle yanıtı hazırdı: “Haksızlıkların olmadığı bir dünya… İnsanların hep mesut olduğu, hiç olmazsa iş bulduğu, doyduğu bir dünya… Hırsızlıkların, başkalarının hakkına tecavüz etmelerinin bol bol bulunmadığı…”
Bilinir bilinmesine, hatta bir özdeyiş gibi yinelenir, belleklerdeki yerini korur ya ben anlatmadan duramam, severim o öyküdeki anlatımı. Son Kuşlar’dan Haritada Bir Nokta öyküsünden seslenişini.
“Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”
“Ne kadar kaçmak ve uzaklaşmak arzusu ile dolu isem, o kadar da bağlanmak, kalmak, bağdaş kurup oturmak istiyorum” diyen Sait Faik’i bugün daha çok anlıyoruz. Onun imgelem dünyasından kurduğu dünyayı algılayabiliyoruz.
Alemdağ'da Var Bir Yılan’da ne söyler? "Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burda her şey bir insanı sevmekle bitiyor." Oktay Akbal da İstinye Suları’nda (1973) şunları yazma gereği duyar bu sözlere karşılık: “Ama her şey bir insanı sevmekle başlar… Buna inanmalıyız, “Burda her şey bir insanı sevmekle bitmez, bitmeyecek” demeliyiz, bunu gerçekleştirmeliyiz. Yenmeliyiz umutsuzlukları.. Sevi, insanoğluna doğanın en büyük armağanıdır, en güçlü yanıdır, ölmezliğe ulaştıran niteliğidir. Öyleyse her şeye, herkese karşın, seviden yana olacağız. Bir insanı sevmekle başlar, hiçbir şey bitmez, diyeceğiz. Her zaman.”
Adapazar’ında 1906’da başlayıp 11 Mayıs 1954’te İstanbul’da sona eren 48 yıllık bir yaşam. 64 yıl sonra eskimemiş, yıpranmamış, diri, duru sesiyle, anlatımıyla öykülerini okurken, yine çok seviyoruz onu.
O zaman yalnızlığın içinden sıyrılıp, hep beraber ünleyelim, içimizdeki sevinçler, kederler, sıkıntılarla… Kendi kendimiz kadar kim paylaşır derdimizi? Hadi o zaman hişt hişt diyelim, kendimize gelelim!