İstanbul Barosu Engelli Hakları Merkezi’nin (EHM) düzenlediği ‘sağlamcılık’ eğitiminde, toplumu oluşturan birey ve kurumların kendisini sorgulamasını gerektiren çok çarpıcı tespitler yapıldı. Sağlamcılığın eylemlerle ortaya çıktığını söyleyen Dr. Öğretim Üyesi Engin Yılmaz, “Engeline rağmen” diye başlayan cümleler kuranların sağlamcılık tuzağına düştüğüne dikkat çekti.

Engelli Hakları Merkezi (EHM), İstanbul Barosu’nun YouTube kanalı üzerinden canlı yayınlanan Engelli Hakları Eğitim Programı hazırladı. Engelliliğe genel bakış, sağlamcılık, BM Engelli Hakları Sözleşmesi ve Komite kararları, İHAM kararları ışığında engellilik, 5387 sayılı Kanun ve Türk yargı kararlarında engellilik, başvuru merkezleri ve stratejik davalama konularını içeren eğitim, iki haftada bir düzenlenen periyodlarla başladı.

EHM Yürütme Kurulu Başkanı Av.Hüseyin Varol, “Engelli hukuku, ülkemizde yeni teşekkül eden bir alan. Bu nedenle alana ilişkin temel bilgilendirilmelere ihtiyaç bulunuyor. Baromuzun YouTube kanalında canlı yayının ardından depolanacak olan eğitimlerimiz, meslektaşlarımızın yanı sıra hak temelli bakışla engellilik savunucularına da açık bir eğitime dönüşecek” diye konuştu.

‘NEFRET YOK AMA ACIMA VAR’

Eğitim programının 26 Ekim Çarşamba günü saat 20.00’de gerçekleştirilen ikinci oturumu, çok önemli bir olguya, sağlamcılığa dikkat çekti. Oturuma konuşmacı olarak katılan Boğaziçi Üniversitesi (BÜ) Görme Engelliler Teknoloji ve Eğitim Laboratuvarı (GETEM) Direktörü Dr. Öğretim Üyesi Engin Yılmaz, toplumda kendinden farklı olan her gruba karşı tahammülsüz olan kesimler olduğuna dikkat çekerek, “Bu tutumu, kadınlara, etkin azınlıklara, LGBTİ bireylere karşı olduğu gibi sakatlara karşı da görüyoruz. Sakatların diğer azınlıklardan en büyük farkı şu: Diğerlerin çoğu toplumda bir nefret objesi olarak görülüyor. Sakatlara karşı ise toplumun asla yerinde olmak istemediği kişiler olarak bakılıyor. Sözde nefret yok ama basit bir acıma var” dedi.

Sakatlara karşı cinsiyetsiz, bağımlı ve yetersiz olduklarına dair üç temel önyargı olduğuna vurgu yapan Yılmaz, “Dehşet Yönetim Kuramı diye bir yapı var. Herkes günün birinde öleceğini bilir. Bu korkunç bir duygudur, travmadır. Bununla baş edebilmek için kimi kitap yazar, kimi ölümden sonra bir hayat olduğuna inanır, kimi büyük üretimler yapar, kimi bolca çocuk yapar, amaç bir şekilde yaşamaktır. O yüzden insanlarda  sakatlardan kaçınma duygusu var. Kendini güçlü gören insan, olası güçsüz yanlarını sakatlarda bulduğunu varsayar ve bu algılar, önyargılar gelişir. Sakatlarda kendi olası geleceklerini ya da bu üretimi yapamayacaklarını görme duygusu insanlarda dehşeti artırıyor. Asla o duruma düşmeyeyim diye de bir diyet ödeme ihtiyacı hisseder. Kendini normal, sağlam olarak addeden kişi, beterin beteri olarak gördüğü sakatın durumuna düşmemek için yardımlar yapar, gerekirse onun elinden tutar. Bir de adil dünya inancı var, herkes hakettiğini yaşar, iyi şeyler iyi insanların başına gelir, kötü şeyler de kötü insanların. Ben iyi bir insansam bana bir şey olmaz, demek kötü bir şey yaptı ki, o sakat. Yarın bugün başıma gelmesin, haketmeyeyim diye iyi davranayım. Bunun üzerinden hakları temin etme ya da meseleyi tamamen yardım, hayır ve bağış üzerinden okuma var” diye konuştu.

‘YASADAKİ HER ŞEY DOĞRU MU?’

Sanayi devrimiyle birlikte köyden kente göç armasıyla toplumda işçilere ihtiyaç doğduğunu, sağlam insanı belirlemek durumunda kalan toplumun süreç içinde ari bir toplum yaratıp çok daha mükemmele ulaşma noktasına kadar gittiğini savunan Yılmaz, “Böylelikle 20’nci yüzyılın başlarında öjeni kavramı karşımıza çıkıyor. Bu dönemde dünyanın bir çok yerinde öjeni enstitüleri kuruluyor. Yasalar çıkarılıyor, engelliler istekleri dışında kısırlaştırılıyor. Gen havuzundan çıkarılmak isteniyor. Bu ilk Almanya’da başlamıyor. İngiltere, Amerika bunu daha önce uyguluyor. İskandinav ülkeleri yakın zamanda, kısırlaştırdıkları insanlardan özür diledi. O günkü yasalara göre kısırlaştırılmamanız belki bir suçtu o yüzden hukuku nasıl kullandığımıza dikkat edelim. Yasada çıkan her şey doğru mudur, değil midir, etik midir değil midir, bence bunu çok iyi tartışmamız gerekiyor. 2. Dünya Savaşı beklenildiği gibi sonuçlanmayınca insan hakları modeli ortaya çıktı” dedi.

‘BUNA KİM KARAR VERECEK?’

Sakatlığın tanımı ile ilgili bir karmaşa olduğunu belirten Yılmaz, şunları söyledi: “Sakatlığın tanımı biçaresizlik mi, bir trajedi mi, bir talihsizlik mi, tıbbi bir anomali mi yoksa toplum tarafından inşa edilen bir engellenmişlik mi? Tıp literatüründeki tanımlarda hepsinin başında bozukluk, eksiklik, kayıp var. Bir podcastta dinledim; ‘Ben doğuştan körüm, neyin kaybından bahsediyorsunuz, neye göre kayıp, kime göre kayıp’ diyor. Ne zaman birinin yaşadığı durumu bozukluk olarak niteleyeceğiz, ne zaman çeşitlilik olarak niteleyeceğiz? Buna kim karar verecek?Nereye kadar neyin sağlam, nereye kadar neyin bozuk olduğunu hangi otorite, hangi kriterlere göre belirleyecek? Bu kriterler gerçekten objektif mi, nesnel mi? Sağlamcılık kültürü buradan geliyor. Sağlamcılık, belirli bir bedeni ya da benliği o türün temsilcisi olarak kabul eden, mükemmel sayan, bunun dışında kalanları eksik olarak gören süreç inanç ve pratikler ağıdır. Böyle olunca hizmetler, belirlenen aralıkta yer alan insanlara veriliyor. Yapılacaklar o grubun üzerinden tanımlanıyor. Amacınız öncelikle sağlam olarak nitelediğiniz grubu memnun etmek oluyor.”

Yılmaz: Körlüğüm değil karar verememek engelliyor
Yılmaz, sağlamcılığı çarpıcı ve sorgulayıcı cümlelerle anlattı: “Kimse kendine oturduğu yerde ‘sağlamcıyım’ demez, sağlamcılık yaptığımız eylemlerle ortaya çıkar. ‘Ben bile yapamıyorken sen nasıl yapıyorsun’ dediğiniz anda düştüğünüz tuzak, sağlamcılıktır. ‘Engeline rağmen azimli’ cümlesi de öyle. Sağlamcılık yasal zemine oturduğunda, sizin talepleriniz bir hakmış gibi görülmüyor. Paradigmayı korunması gereken kişi üzerinden okumaya devam ettiğimiz müddetçe sağlamcılık devam edecek. Kendi kaderini tayin hakkını zihin engelliler de, otistikler de, körler de, sağırlar da da talep ediyor ama hala kafeye gittiğinizde garson yanınızdakine, ‘Çayına kaç şeker alır ‘diye soruyor. Toplum senin kendi kararını verebileceğine inanmıyor. Ne istediğimi bana değil, yanımdakine sormak sağlamcılık. Hizmete alınan yeni yazılımın erişilebilirlikten uzak olması ile ilgili şikayetlerimizde, ‘Henüz onu düşünmedik, sistemi oturtalım sıra gelecek’ deniyor. Biri ‘Gözlerin görmediği halde iş vermişiz’, diğeri ‘Seni adam yerine koyduk’, başkası ‘Kaldırımlarda ona mı sıra geldi’ diyor, bir başkası var olanı bozuyor. Sonrasında da biz ‘Engellilerle beraberiz, engellilere saygı duyuyoruz’ mesajları atıyorlar. Sağlamcılık farklı olan, farklı ihtiyaçları olan insanları dikkate almamaktır. İnsanlar tabi ki dünyada tek başına değildir, birbirimizle dayanışma şarttır ama ben ne zaman kendimi koruyacağıma, ne zaman başkalarından destek isteyeceğime kendim karar veremediğim müddetçe her zaman o yetersiz görülme duygusuyla karşı karşıya kalıyorum. Ben insanların beni benden korumasından bıktım. Bırakın mağdur olacaksam da ben olayım. Notere benimle gelmesini istedikleriniz beni mağduriyetten mi koruyor, emin misiniz? Beni benim adıma korumasın, ben kimden, ne zaman, nerede, nasıl yardım alacağıma, ne zaman kime destek vereceğime kendim karar veremediğim müddetçe engelli kalıyorum. Körlüğüm beni engellemiyor. Karar vermemi engelleyenler engelliyor. Yeti farklılıkları olan insanların daha çok kamusal alana inadına çıkmalarını, inadına lokantalara gitmelerini, inadına eğitim kurumlarına gitmelerini, inadına spor yapmaya çalışmalarını, inadına yapmak istediklerini yapmalarını çok önemsiyorum. Farklı gruplar açığa çıkarak kendini ortaya koymak zorunda. Çünkü sağlamcılık kadar, kanıksanmış sağlamcılık da çok tehlikeli. Kendi öğrenilmiş çaresizliğimizden kurtulamadıkça toplumu kurtarmamız çok zor olur. Sağlamcılık sürekli kendini besleyen bir dil. Sağlamcılık çok kaygan, sen her zaman yetersizsin. Neoliberal politika nedeniyle. Hep gelişeceksin, hep koşacaksın, bunun sonu yok. Engeline rağmen şunu yaptı, engelini aştı. Niye aşmam gerekiyor. Ortaya bir şey koymak zorunda ya medya, o zaman reyting alamaz. Gerçek bir hak hareketi üzerinden ilerlemiyor. Bunları aşmanın tek yolu var olmak, oralarda da olmak.”

Engelli haberlerinde kullanılan dil değişmeli
Engellilere karşı toplumdaki önyargılar ve medyada kullanılan dil birbirini besliyor. Topluma bilgi aktarmada önemli yer tutan medya kuruluşlarından, engelli haberlerinde merhamet etme ya da  yüceltme yerine hak temelli dilin kullanılması isteniyor.

Toplumsal cinsiyet, kadın, çocuk, engelli hakları odağında çalışmalar yürüten, Uçan Süpürge Kadın İletişim ve Araştırma Derneği’nden iletişimci Selen Doğan, Engelli Çocuk Hakları Ağı (EÇHA) tarafından düzenlenen Engelli Çocukların Medyada Temsili konulu webinara katıldı. Engellilerin medyada ve toplumun gündelik yaşamında, önyargılar nedeniyle yanlış sıfatlandırıldığına dikkat çeken Doğan, “Medyada yer alan haberlerin başlıklarına dikkat edilmeli. Haber bilgi ile güçlendirilmeli ve hak alanında dile getirilen talepleri ve gelişmeleri içermeli” diye konuştu.

EÇHA Proje Koordinatörü Cansın Kuvvet, engelli çocukların medyada, ya acınası bir zavallı ya da başarı odaklı olarak tasvir edildiği haberlerle yer aldığına vurgu yaparak “Bu tutum, onlara karşı hak ihlallerinin artmasına neden oluyor. Medyada çalışan herkesin farkındalığını yükseltmek ve engelli çocukların medyada temsilinin daha iyi konuma getirebilmek için çalışmalarımızı sürdüreceğiz” dedi.

MÜCADELE ALANI

Örgütlenmenin problem alanlarının fark edilmesi, ihtiyaç ve taleplerin dile getirilmesi, hak ihlallerini görünür hale gelmesinde yardımcı olduğunu belirten Selen, “Medya, görünürlük için önemli bir araçtır, özellikle haber medyası. Medya sivil toplum örgütleri için bir paydaştır, hem mücadele alanıdır, hem de mücadele aracıdır. Ancak medya ürünlerinde temsil edilmek çok zor. Kapsamlı, hak temelli ve sürdürülebilir bir engelli politikanız yoksa her şeyin yanısıra bir de medyayla mücadele etmek zorunda kalıyorsunuz. Toplumdaki klişelerin, önyargıların hiç sorgulanmadan medyada tekrarlanıp normalleştirilmesini önlemek zorundayız. Bu yüzden bir mücadele alanı olarak adlandırıyoruz” dedi.

‘AYRIM YAPILIYOR’

Engellilerin medyada ve gündelik yaşantıda zayıf, güçsüz, bağımlı, bir başkası olmadan hareket edemeyen, özerkliği olmayan bireyler olarak görüldüğü, engelliliğin bir kader, tanrının bir gazabı ya da ödülü olarak nitelendirildiğini belirten Doğan, şunları söyledi: “Engelli çocuklara özellikle de farklı zihinsel gelişim gösteren çocuklara masum, melek, tanrının bir armağanı sıfatları ile anıyoruz. Engelli çocukları yaptıkları herhangi bir şeyden dolayı bir anda kahramanlaştırıyor, mucizeleştiriyoruz. Sağlam-sağlam olmayan, normal-normal olmayan ayrımın yapıyoruz. Sağlamcı ideoloji, her zaman bir şey yapabilmeyi, yürüyebilmeyi, koşabilmeyi, gündelik işleri kendi kendine yapabilmeyi daha kıymetli görürken, bunları yapamayan herhangi bir yeti kaybı olan insanları daha zavallı, düşkün, merhamet edilmesi gereken kişiler olarak resmediyor. Medya temsilleri de bu zihinsel arka plandan azade kalmıyor, olduğu gibi medya ürünlerine yansıyor. Romanlarda, filmlerde ve televizyon dizilerinde engellilerin tehlikeli, ucube, farklı, değişik, ürkünç olarak resmedilebiliyorlar. Bütün bunların ardında her şeyden önce sağlamcılık var. Sağlamcılık da tıpkı, yaşçılık, cinsiyetçilik, ırkçılık, türcülük, homofobi gibi yıkıcı ideolojilerden bir tanesi. Engelliler, kamusal alanda hizmet sunumundan tutun da özel ilişkilerine kadar yaşamlarının her alanında sağlamcılıkla karşılaşabiliyor. Engellilik insan çeşitliliğinin bir parçası, temel insan hakları, eşit yurttaşlık, yaşama katılım anlamında farkları bulunmuyor. İnsan hakları yaklaşımı ile oluşturulması  gereken politikaların yerine yardım ve merhamet odaklı hizmetler üretiliyor. Oysa engellilik bir merhamet ve hayırseverlik nesnesi değil, engelliler birer hak öznesi. Engelli çocuklarla ilgili de kuracağımız her cümleyi çocuğun insan hakları bakış açısıyla kurmalıyız. Ancak böyle yaparsak ihtiyaçlarını, problemlerini görünür hale getirebilir ve haklarını koruyabiliriz.”

TRAJEDİ DİLİ

Çocuk bireylerin ayrımcılık ve şiddetle karşılaşabildiğini, engelli olduklarında bu hak ihlalleri ve ihmallerin çoğaldığına dikkat çeken Doğan, “Kötü haber örnekleri yazan gazetecilerin kötü niyetli olduklarını düşünmüyorum, bilgi ve bakış açısı eksiklikleri olduğunu düşünüyorum” dedi. Doğan, sunumunda şu örneklere yer verdi: “Sanat aşkı engel tanımadı gibi başlıklara gerek yok. Engelliler, erişilebilirlik, makul düzenleme, evrensel tasarım ilkeleri hayata geçmediği, kentsel yaşam sağlamcılıkla kurulduğu için zaten engellenen kişiler. Kültürel ve sosyolojik olarak konulan engeller, orada duruyor, bitmiş gibi davranmayalım. Sürekli bir başarı hikayesi haberlerde karşımıza çok çıkan bir klişe. ‘İmkansızı başardı’ başlığı sık kullanılıyor. Böyle bir haberin sadece güzelleme içermek yerine, örneğin eğitimin içinde kalmak için nasıl bir mücadele verildiğini, kimlerden nasıl destek alındığını, aslında nelerin imkansız olduğunu ve nelerin şu an başarıldığını da bize anlatması lazım. Yürümeye, görmeye hasret sıfatlandırmalarıyla bazı istekleri yerine getirilerek mutlulukları gözlerinden okunması kalıpları merhamet, acıma duygularını besleyip ağlak hikayeler okuyoruz. Bunların yerine bu ulaşılamayan istekler yoksullukla mı, erişilebilirlikle mi, toplumun bakış açısıyla mı oluşmuş, haberde bunlar ortaya konulmalı. ‘Annesinin sevgisiyle engelleri aştı’ başlıklı haberler çok sakıncalı. Bu bir çok insanın yaşamı için boş bir umut demek. Engelliliğin tedavi edilebilir, bir gün geçebilir olarak algılanmasına yol açabilir. Bunun yanında engelli çocuğu için evde kalıp bakım yapan kadınların, yeterli destek alınmaması nedeniyle böyle bir hayat yaşadıkları da işlenmeli. Farklı zihinsel gelişim gösteren çocuklara yönelik cinsel şiddet, istismar gibi durumların haberleştirmesinde başlıklarla ve içerikle şiddetin pornografisinin yeniden üretildiğini görüyoruz. ‘Kötü şans, kader onu seçti’ anlamına gelen başlıklarla trajediler, ajitasyonlarla haberi okutmaya çalışmak da yaygın. Görünürlük önemli ama sadece trajedi diliyle değil, ailelerin teşhisi aldıklarında neler yapabilecekleri, nereye başvurabilecekleri de gündeme getirilebilir. ‘Görme engelli öğrenciler karanlık dünyalarını müzikle aydınlatıyorlar’ gibi haberleri de çok görürüz. Bu kalıbı gazeteciler çok seviyor ama aydınlıkta ne varsa karanlıkta da o var, trajedi dilinden uzak durmamız gerek. Bir aydınlanma gerekiyorsa bu tek başına müzikle olmaz. Aydınlanma eğitime erişimle olur, kamusal alan herkes için erişilebilir olsun, ‘beyaz bastonu herkes alabilsin’ demekle aydınlanır her yer. Öğrencilerin bu çabasını alkışlayan toplum aynı zamanda, ‘Körler niçin konservatuara giremiyor’ diye sorguluyor ve bunun için bir mücadeleye girişiyorsa bu haberler anlamlı olabilir. Becerilerin, ilgi alanlarının eğitimde hesaba alınması ve uygun stratejilerle desteklenmesi gerekiyor. Haberlerde mucizeleştirmeler, ‘4 yıldır konuşamıyordu, 4 ayda konuştu’ gibi başlıklar sanki bir anda bir değnek değmiş gibi konuşmuş algısı yaratıyor. Bir süreçte denenen yöntemler var oysa. Temsili düğünler, asker törenleri ağır hak ihlali, bunların medyaya yansıması da çok kötü örnek oluyor. Bir anda bu kötü fikir ülkeye yayılıyor. Haberin bilgi ile güçlendirilmesi, hak alanında dile getirilen talepleri içermesi, çalışma yaşamı ve engellilik haberlerine yer verilmesi gerekiyor.”