İnsanlık tarihi boyunca savaşlar kadar adından söz ettirmiştir aşk. Çoğumuz ruh ikizini arar ömrü boyunca. Kimimiz de bulduğunu sanıp, büyük yanılgılara sürüklenir. En büyük mutluluklar da, en derin acılar da aşkla, aşktan gelir.

Hele ki modern çağda iyice güvenilmez olmuştur duygular. En az ‘Nerede o eski bayramlar’ lafı kadar çok söylenmiştir, ‘Nerede o eski aşklar’. Milenyum Çağı; çiğnenip tükürülen, son kullanma tarihi geçince çöpe atılan ilişkiler çağı. Ne Troya'daki gibi uğruna savaşlar verilen, ne de Mecnun gibi çöller aşılan aşklar kaldı. Kalmadı da, insanlığın aşka inancı da bitmedi bir türlü.

***

Dünyaca ünlü ABD'li yönetmen Woody Allen'ın 2000'li yıllara damga vuran 'Vicky Cristina Barcelona’ (Barcelona Barcelona) filmi, Vicky ve Cristina’nın turist olarak Barcelona'ya gitmeleriyle başlar. Orada katıldıkları davette İspanyol ressam Antonio'yla tanışırlar. Üç kişi arasındaki aşk hikayesini anlatan filmdeki bir cümle, Woody Allen filmlerinin unutulmaz replikleri arasına girer: Binlerce yıllık uygarlığın ardından insanlık hala sevmeyi öğrenemedi.” Hal böyle olunca, layığıyla hissetmeyi de, yaşamayı da öğrenemediğimiz bir duygu için girdiğimiz bunca uğraş boşa gider. Büyük hevesle başlayan ilişkiler, hüsranla son bulur.

Peki, hiç umut yok mu?’ derseniz; tabi ki var! Çıkarsız, koşulsuz sevgiyi, bir annenin gözlerinde görebiliriz mesela. Ya da bir çocuğun, annesinin yarasına -tıpkı ondan öğrendiği gibi- üflemesinde... Bir köpeğin ilgimize verdiği karşılıkta, bir kedinin kucağımızda mırıl mırıl uyuyuşunda... ‘Ya kadın ve erkek arasında?’ derseniz, işte onun için önce kendimize cevabı güç bazı sorular sormamız gerekir; 'Ben koşulsuz sevebiliyor muyum?', 'Kendimi seviyor muyum?', 'Birini sevebilecek kadar fedakar mıyım?', 'Biriyle aynı yolda yürümenin güzelliğini farkedebiliyor muyum?', 'Kusursuz olanı mı arıyorum?' gibi. Kendimize ayna tutup, bu sorulara dürüst cevaplar verebildiğimizde, başkasını da olduğu gibi sevebiliriz. Çünkü o zaman aşık olduğumuz kişiyi, hayal ettiğimiz kişiye dönüştürmenin hayati bir hata olduğunu biliriz.

***

Muriel Barbery, ‘Kirpinin Zarafeti’ isimli kitabında tam da bunu anlatır. Birini, görünüşünden, titrinden, yaşadığı hayattan ayrı tutarak tanıdığımızda sevebileceğimizi söyler. Tüm önyargılarından arınmış birinin, karşısındaki cevheri görebileceğini salık verir. Kendini yıllarca çirkin görüntüsünün ardına gizleyerek, cahil kapıcı rolünü oynamış olan Renee’nin, ruhunu görebilen bir çift göz sayesinde geçirdiği dönüşümü anlatır. Bu değişimin, intihar etmeyi kafasına koymuş zeki ve üstün yetenekli 12 yaşındaki bir kız çocuğunun hayatına dokunuşunu tasvir eder. Sınıflar ve nesiller ötesi bir dostluğun hikayesini konu alır.

Son zamanlarda okuduğum en güzel kitaplardan biri olan Kirpinin Zarafeti’nden defterime not aldığım bir bölümde şöyle der yazar: “Güzellik nerededir? Diğerleri gibi ölmeye mahkum büyük şeylerin içinde mi, yoksa hiçbir iddiada bulunmadan, anın içine bir sonsuzluk tomurcuğu yerleştirmeyi bilen küçük şeylerde mi?”

Güzellik, kesinlikle süslü cümlelerde ya da büyük büyük hareketlerde değil, küçücük anlarda gizli. Ve sevginin inşa edilmesini sağlayan da, o küçük anların toplamı, güzelliklerin tortusu.

Bu kadar ‘sevgi’den bahsetmişken, Erich Fromm’un ‘Sevme Sanatı’ndan çok sevdiğim iki cümleyi hatırlatmadan yazımı sonlandırmak istemem. Fromm, “Sevgi, sevdiğimiz şeyin yaşaması, gelişmesi için duyduğumuz etkin ilgidir. Bu etkin ilginin olmadığı yerde sevgi olmaz” der. Etkin ilgi olmadan ve yaşadığımız küçük şeylerdeki güzellikleri görmezden gelerek, 'Sevdim' diyebilir miyiz?