Memlekette ekonomik krize, salgın çaresizliğine de bakınca korkum artıyor, çünkü sesler yükseliyor. Damat Ferit’in, Ali Kemal’in, Sait Molla’nın seslerini duyuyorum. İstanbul, İzmir sokaklarında arsızca dolaşan “düşman” subaylarının kahkahalarını duyuyorum

Evet, korkuyorum. Sanki bazı mezarlar açılmış da, içlerinden çıkan “kadim düşmanlar” homurtularla, yaşarken gittikleri, kadeh tokuşturdukları mekânları arıyor. Sanki bazı mezarlar açılmış da, içlerinden çıkan emperyalizmin tanınmış uşakları, yine homurtularla birbirlerini arıyor. Bulsalar belki yine “o çınar altında” kahve içerken yeni kanlı planlar yapacaklar.

Yaşadığımız ne varsa bugünlerde, inanın bana bir anda olmuyor. Hepsinin bir arka planı, gelişme süreci var. Özellikle 1980 darbesi sonrası “yeni toplum oluşturma” düğmesine basılması, belki de bugünün duyarsızlıklarının ipuçlarını veriyor bize. Evet, ısrar ediyorum iddiamda… Her ne kadar “İzmir tarihi yeniden yazılmalı.” diyorsam da, sanırım “Türkiye Tarihi” yeniden yazılmalı. Bunu söylerken “bazıları hariç” tarihçilere, yazarlara bir tepkim yok. “Yazılan her kitap yanlış!” diyecek kadar da hadsiz değilim. Ama bizim genel ve yerel tarihimizin acil olarak romantizmden, hikâyelerden, hamasetten arındırılıp, olduğu gibi ve okuyanı mukayeseli sorgulamaya itecek şekilde yeniden yazılması şart. Ben şart diyorum da, olabilirliğinden de umudum pek yok. Çünkü ne yazık ki siyasetimiz cahil, okumamış, sorgulama yeteneğinden uzak ve tutucu. Adı “milli” olan eğitim politikamız ise felsefesini yitirmiş ve “Cin Ali” ayarında anlayışa sahip. Kültür Bakanlığı’na hiç girmeyeceğim, onlar sadece “kum-deniz” edebiyatıyla “her şey dâhil otellerinin” çığırtkanlığını önemsiyor.

Memlekette ekonomik krize, salgın çaresizliğine de bakınca korkum artıyor, çünkü sesler yükseliyor.

Damat Ferit’in, Ali Kemal’in, Sait Molla’nın seslerini duyuyorum… İstanbul, İzmir sokaklarında arsızca dolaşan “düşman” subaylarının kahkahalarını duyuyorum… Sanki takvim dönmüş de, sene olmuş 1918…

Sanki yarın “mütareke” imzalanacak da, boğazlardan başlayarak adım adım “yok edileceğiz!”

O “kara” mayıs sabahını görüyorum bazen düşümde. Arada başka şeyler de görüyorum ama ne diyeyim, kime diyeyim?

O kara gün sahipsiz kalmış Miralay Fethi Bey’i de duyuyorum, Osmanzade Köşkü kapısında biçare katledilen, hem de neden katledildiğimi bilmeden ölen, adını bile bilmediğimiz “gevrekçi kızın” çığlığını da duyuyorum.

Miralay Fethi Bey kızgın ve kırgın bu kez… “'Zito!' deseydim daha mı iyi olurdu acaba?” diyor? O küçük “gevrekçi kız” ise ürkek ve korkudan kocaman olmuş gözlerini dikiyor bana, “Yine kurtarmazlardı değil mi beni?” diye soruyor. Cevap veremiyorum…

Aklımda öyle sorular var ki! 15 Mayıs 1919 sabahı suçsuz, günahsız yere katledilen insanlarımızı tek tek bilmiyoruz. Ve o sabah tıpkı Miralay Fethi Bey gibi, sürü sepet türlü hakaretler, tacizler ve şiddetle yürütülenlerin içinde olan “bazılarının” nasıl kurtulduğu da muamma! “Acaba” diyorum kendi kendime “Miralay neden sahipsizdi, gevrekçi kızı neden içeri almadı o köşk sakinleri?” sonra “anılar” okuyorum. Anı sahibi diyor ki, “Benim yakınım da yürütülenlerin arasındaydı ama İsveç Konsolosu Van Der Zee ile İngiliz İntelejans (istihbarat) Ofisi Başkanı Arthur Whittall onu kurtardı.”

Peki, sormakta haksız mıyım şimdi? Miralay Fethi Bey’in, o isimsiz “gevrekçi kızın” ve 15 Mayıs günü öldürülen günahsızların tek kabahati “İngiliz İntelejans Ofisi’nden” tanıdıklarının olmaması mıydı?

Tarihimiz çok boşluklu… Neden boşluklu “bırakıldı” şimdilerde daha iyi anlıyorum. 1980 darbesinin amacı işte “bugünlerdi!”

Zira…

Mondros’u unuttuk…

Sevr’i unuttuk…

Mudanya’yı, Lozan’ı, Montrö’yü unuttuk…

Şimdi hiçbir şey yaşamamış gibi yeniden 1918’e mi dönüyoruz? 1980’de başlarımıza vurulan “emperyalist” balyozun etkisi midir bu hafızasızlığımız ve cehaletimiz?

Peki, hangi cuma acaba “Padişahım çok yaşa, kılıcın değsin arşa!” diye bağıracağız?

Onu söylesin artık “birileri!”

Kafam çok karışık… Ama galiba bugünler aynı zamanda “boşlukların da” dolacağı günler olabilir!

***

BİR ÖNERİM VAR: OSMANLICA!

Ne güzel demiş Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ümüz: “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.”

Aynen öyle… Artık eminim ki 1838’den beri tam 183 yıldır, nasıl beceriyorlar bilmiyorum ama bizim tarihimizi altüst etmeyi başardılar. Bu konunun “çok hassas” olduğunu biliyorum. Ama bildiğim bir doğru daha var ki, o da acil olarak “tarihimize” objektif sahip çıkmamız. Kabul edelim etmeyelim, tarihimizin büyük çoğunluğu Arap harfli Osmanlı Türkçesi. Latin harflerine geçtikten sonra, yıllar içinde hatta on yıllar içinde, ne yazık ki “geçmişle” iletişimimizi de yitirdik. Geçmişle iletişim görevini üstlenen tarihçiler de ne yazık ki görevlerini (istisnalar kaideyi bozmaz) başaramadı. Yıllar içinde kendi üniversitelerimizde alan itibariyle “Osmanlıca” öğrenenlerin önünde büyük engeller çıkarılırken; ABD, İngiltere, Japonya gibi ülkelerin “harıl harıl” Osmanlıca öğrendiğini, arşivlerimizin de onlara ardına kadar açıldığını gördük, yaşadık. Ama bu “harıl harıl” sözünün altını dolduramadık.

AK Parti iktidara geldikten sonra açık söylemeliyim ki “kontrollü ve kumandalı” şekilde başlatılan “tarih hassasiyeti” bugün önemli bir yere geldi. Şimdiki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçmişte söylediği “mezar taşlarını okuyamayan nesil” söylemi doğruydu ama o da altını dolduramadı.

Bugün yaşadığımız kimi tartışmalarda, Osmanlıca bilmememizin acısını fena halde yaşıyoruz. Son iki asırda saklanan sırların açığa kavuşması gerekirken, hâlâ Osmanlıcaya mesafe konulması tuhafıma gidiyor ve ardında açık söyleyim “İngilizvari dalavere” arıyorum.

Latin alfabesini asla tartışmam. Ama Osmanlıcanın da isteyenler tarafından öğrenilmesinin yolu açılmalı. Hükümet bunu yapacaktı ama “nedense” yapamadı. Bu yapamamanın ardını tahmin etmekle birlikte, tekerrür eden tarihi yaşamak da bana büyük acı veriyor.

İzmir Milli Kütüphane arşivindeki eski yazı gazeteleri okumak ne müthiş bir şeydir bilir misiniz? Çanakkale anılarını, İstiklal Harbi pusulalarını okumak ne şahane bir olaydır. Ya da bir mezar taşını okuyup, rahmetlinin yaşadığı süreci düşünmek...

Ama daha büyük yararı var ki, o da tarihi net bir şekilde anlamaktır. Çünkü bazı “çevirenlerin” çevirirken “oynadıklarını” çok iyi biliyorum geçmişten.

İşte “Tarihimizi yeniden yazalım.” derken de bunu söylemeye çalışıyorum. Çünkü inanın bana, BİLMİYORUZ! Bize ne kadar “lütfedilirse” ona razı geliyoruz.

İşte bu yüzden de Lozan’ı, Atatürk’ü, Abdülhamit’i tartışıyor ama Düyun-u Umumiye kolcularının rezaletlerini “atlıyoruz!”

Ve “tekerrür eden tarihe” sadece “ahlanarak, vahlanarak” bakıyoruz!

***

ÜÇ ÖNEMLİ YAZI…

İzmir’deki “tarih talanını” kentsel dönüşüm diye yutturmayı planlayan kapitalist, menfaatçi, cahil zümre, yeniden Tepecik’e takmış kafayı. Burada da kendilerince “Eşrefpaşa Hastanesi’ni” hedef alıyorlar. Bu hastanenin ne olduğunu zerre bilmeyen bu güruha gelecek yazıda bilgi vereyim.

17 Nisan ve 15 Mayıs “yazılarımı da” şimdiden hazırlıyorum. Köy Enstitüleri ile ilgili alışılmış bilgilerin dışında yazacağım size. Ne yazık ki sadece “ağaların” isteği değil “oy uğruna da” telef edilmiş büyük eğitim hamlemiz. Yanlış sadece DP’de değil ne yazık ki…

15 Mayıs’ta ise yine farklı bir bakış açısı oluşturmaya çalışacağım. Ve bugüne kadar kimsenin görmediği birkaç fotoğraf paylaşacağım. Bana da yeni ulaştı. Sağ olsun çekip yollayan vatan yiğitleri.