Mehmet Naci Önal, ilimiz manevi kültür değerlerini ortaya koyan ciddi bir akademik
çalışmaya imza attı.

Her söyleyencede biraz gerçek; her gerçekte biraz söylence gizlidir. Binlerce yıldır çeşitli kültürlerin harman
olduğu Karia (Menteşe, Muğla) maddi ve manevi kültür varlıkları açısından, kıskanılacak zenginliktedir. Konuyla ilgilenenler bilir ki; geri bıraktırılmış toplumlarda halk; maddi kültür değişmelerine karşı az, manevi kültür değişmelerine karşı güçlü direniş gösteririr. Buna rağmen; zaman denilen acımasız törpünün ve çeşitli kültürlerin çatışmasının etkisiyle, sözel kültür erozyonlarının meydana gelmesi kaçınılmazdır. Muğla halkının, kendisine özgü basireti vardır. Özellikle kadınlar, birbirleriyle, kolayca iletişim kurarlar. Vasfiye hanım, penceresinden, karşı komşu Gülsiye'ye seslenir:
• Duydun mu gıııız? Bilmem nerde bilmem ne kazası olmuş; bilmem ne kadar insan
ölmüş, bilmem ne kadar yaralı varmış! Gülsiye, mesajı tam almıştır:
• Vah zavallıcıklar vaah! Anlamıştır. Kaza, biraz Muğla'dan uzaklarda bir yerde olmuştur ama, hatırı sayılır sayıda ölü ve yaralı vardır. Binlerce yıllık Aisopos (Ezop) ve Nasreddin
Hoca fıkralarını, Muğla'nın bir yerine yerleştirmede hemşehrilerimizin üstüne yoktur: “Eşekler, semerciyi sidikleriyle çaya aldırmaya karar vermişler. O gün bugündür, bir eşek, daha önce bir hemcinsinin işediği yere varınca mutlaka durur ve oracıkta, radyatörünün suyunu boşaltır.” “Bizim Tahir Hoca, cinli melengeç ağacına çıkarken, çocuklar çalmasın diye, ayakkabılarını elinde götürmüş!” “Orası öyle de, Salih Hoca'ya ne demeli:
Garısı Dürdane:
• Akrabalarından kime götüreyim, diye sorunca ne demiş:
• Gadın, gadın, bene (bana) görünme de kime görünürsen görün!..

ARAŞTIRMA BÖYLE OLUR


Ben ki, meraklı bir kişiyim. Bazı insanlar nasıl meraksız olabiliyor, onu bile çok merak ederim. Folklor araştırmaları denince üç dev isim düşer aklıma: Türkü okyanusumuzdan 15 bin kadar damla devrişen Muzaffer Sarısözen, yine Anadolu müziğini ince eğirim (eleyip, değil) sık dokuyan Bela Bortok ve Muğla halk biliminin anıt ismi Yusuf Ziya Demircioğlu.
Ben kulunuz da, binlerce Anadolu söylencesinden, Muğla'ya ait yüzlercesini yazıp, bir klasörde toplarım. Hani, benden sonraya kalsın diye. Bu girişi tuşlarken, yazı gerecimin solunda; oktav (17-24 cm) duruyor. Muğla (Sıtkı Koçman) Üniversitesi Yayınları arasında, taa 2003'te gün görmüş. Hakkında yazı yazma istediğimi, bugüne dek frenlemişim.
Hemen belirteyim; bu eser, bizde pek de ciddiye alınmayan sosyal bilimlerde araştırma
yöntemlerine örnek olarak gösterilebilir. Yine önce, kitabın bölüm başlıklarıyla tanıştırayım sizi: “GİRİŞ”, “Yaratılış, Oluşum, ve Dönüşüm Efsaneleri”, “Tarihi Efsaneler”, “Olağanüstü
Varlıklar ve Olaylarla İlgili Efsaneler”, “Mistik Efsaneler” ve bu sonuncu bölümün alt
başlıkları...
Akademisyen kardeşimiz, her araştırma turunda kaç km yaptığını; gezdiği destinasyonlar arasındaki mesafeleri, hangi söylenceyi -anlatan canlı kaynağın şivesine dokunmadan- kimden dinlediğini belirtiyor. Her söylencenin içerdiği motifleri de birer birer saptayıp yorumluyor. Kitaba göz gezdiriyorum. Birinci bölümde C fıkrasında söylenceleri örneklenen hayvanlardan bazıları kırlangıç, kumru, güvercin, ip ip kuşu, yusufçuk, guguk, baykuş, yarasa, zeytin kuşu, keklik ve bunlar gibi. İkinci Bölümde Ahmet Gazi, Kanuni Sultan Süleyman, Saldır Şah gibi tarihsel kişilikler; Çomak dağı, Sandıraz, Sığın, Ölemez dağları ile; Bodrum, Dalaman, Köyceğiz, Marmaris ve Ula ilçe ve köyleriyle ilgili halk anlatıları dile getiriliyor. Üçüncü Bölümde Şeytanla, Cinlerle, Peri kızları, Geçkinciler; belde (şimdi hepsi köy bile değil, mahalle ilan edildi) ve mevkilerle ilgili efsanelerden örnekler veriliyor. Bu yazıya konu kitabın 285-287 sayfalarında, “Geçkincilerle İlgili Efsaneler”e yer veriliyor. Bazılarınıza yabancı gelecektir ama, Muğla'nın gizemli olgularından biridir geçkinciler. Bu konuda seslerini ses kayıt gerecine yazımlanan Milas Karacahisar köylüleri “... bi bacağı önde, bir bacağı arkada imiş. Tıngır mıngır geçkinci gelmiş. Tavuk ötürü, horoz ötürü, eşek
anırır...” diye anlatıyorlar; belli ki heyecanlanarak. Ben de anımsarım. Bazı geceler, Evren uykuya varmışken, aniden bir gürültü kopar. Dağ mı yıkılıyor, yer mi yarılıyor anlayamazsınız! Avlulardaki, ahırlardaki, hayvanlar yerlerinde duramaz. Miyavlamalar, havlamalar, anırmalar, kişnemeler; işte ne kadar hayvan sesi varsa birbirine karışır. Ayak sesleri, taş tıkırtıları kulakları sağır edecek gibi olur. Gece karanlığında, olup bitenler gözle görülmez, sözle anlatılmaz. Bizim Gökova'da bu “Geçkinci”ler, çay başından yola çıkar, köyün içinden geçer; Helme (Halime) deresini izleyerek, Sakar yolunda söner gider. Benden öncekilerle görüşmeme ve kendi düşünceme dayanarak, ormana çekilen yaban domuzları olduğunu sanırım. Üzerinde düşünülmeye, daha derin araştırılmaya değer bir konu. Unutulmasın ki; günümüz insanı olarak ne dağlarda orman, ne de olmayan ormanda yaban hayvanı bıraktık. Bizim dağlarda eskiden kaplanlar varmış. Daha düne kadar Gökovagecelerini çakal, kurt ulumaları sese boğardı. Bugün yırtıcı hayvan kaldı diyelim;bu  hayvanlar hangi hayvanı “yırtacak”? “Köye ayı indi”, “kümese tilki girdi” diyoruz; ne yapsın zavallılar?

AİSOPOS'UN MUĞLACASI


Moola efsaneleri mevzu behis olduğuna göre, bi dene de ben annatıvereen: Şu bizim Gadın Azmağının, dengiz dalgalarının sazlıkları, gamışlıkları dövdüğü yerin üstüne uçuşup duran martıları biliyon, deel mi? Onnar ne diye uçuşup duruu? Biliyong mu? Yarasaları biling deel mi? Hani gündüzleri hep Gara in'de, sarınçlarda tepesi aşaa sallanır da, yannız geceleri
dışarı çıkar. Niden acaba? Hele şu yol boylarında, setinliklerde, irimlerde dikilip duran, gelen geçenin paçasına takılan dikenle vaa ya; niçin bööle yapıyoola acep? Ben dedemden dinnedim, ona da dedesi annatmış:

“Evvel zaman içinde bu üç kafadar; yani martı, yarasa ve diken üç arkıdaş imiş. Kıt kanaat geçinip dururlarken, daha çok kazanıp, daha rahat yaşamayı gafalarına gomuşlar. N'etcek bunlar? Martının bakırları varmış; onları gomuş sermeye olarak. Yarasanın eti var, tüyü yok. Dediklerine bakılırsa, Hazreti Süleyman kuş tüyü yatak yapıcak olmuş. Bütün kuşlar birer tüy verirken, bizimki bütün tüylerini döküvermiş. İşte bu yüzden çır-çıplak kalan yarasa, sağdan-soldan topladığı borç paralarla katılmış ortaklığa. Dikeninse birkaç top kumaşı varmış. Oncağız da gumaşlarıyla ortakla olmuş. Bi de, Gadın Azmağı gıyısına terkedilmiş bir gayık bulmuşlar. Sahipsiz. Buncağızla açılmışlar Gökuva Körfezine. Nereye gideceklerse? Datça'ya mı diyelim. Bodrum'a mı... İskeleye'yi, Çınar koyunu sağda bırakmışlar. Akbük açıklarında olicek, aniden bir fırtına çıkmış. Deli Memet olsa gerek!
Bizimkilerin fukara teknesi dayanabilir mi Deli Memede? Biraz sallanıp yalpaladıktan sonra,
cumburloop batıveemiş. Senin anlıyıcen, bizim üç ahbap çavuşlar, sermayeyi denize dökmüşleee. İşte bu üç arkıdeş, canlarını binbir güçlükle; ikisi uçarak, birisi yüzerek vanlarını kurtarmış. Kurtulmasına kurtulmuşlar ama, mal canın yongası ya; o gün bugündür martı Azmak başından, deniz kıyısından ayrılmaz; “acaba bakırlarım karaya vurur mu?” diye aranır. Yarasa, alacaklılarına görünmemek için gündüzleri sarnıçlarda, mağaralarda -baş aşağı sallanarak saklanır; üçüncü ortak olan diken de, kime raslasa, paçasına yapışır; “giysileri benim kumaşlarıımdan olmasın sakın” diye kontrol edermiş. Dedemin dedesinin dediği gibi; “böyle olur böyle ortaklığın sonucu... O zaman da böyleydi, bugün de böyle!..”