Fotoğraf karesinin ya da film çerçevesinin içine alınan her şeye, “kadraj” deniyor. Yani fotoğraf ya da film çekecekseniz, kameranızı görmek istediğinize yöneltir, sizi ne kadarı tatmin edecekse, o kadarını çekersiniz. Siz ne kadarını istiyorsanız, işinize ne geliyorsa, anlatmak ve göstermek istediğiniz neyse, kadrajınızı o belirliyor.
İşte burada devreye, “bakmayı” ve “görmeyi” ne kadar başardığınız sorusu giriyor. Bize neyi, neden ve nasıl gösterdiğiniz, bunlardan meramınızın ne olduğu sorusu ve yanıtlarınız giriyor.
Bunun estetik ve düşünsel kaygılarla yapılanına “sanat”, tüm gerekleriyle yaşam biçimine dönmüş ya da böyle bir yaşamın hizmetinde olma haline “demokrasi”, taammüden çarptırılmasına “yalan”, ceberut bir tavırla dayatılmasına da kısaca “faşizm” deniyor.
“Objektif” yalnızca kamerada bir aletin adı değil, yaşama bakıştaki tavrın da adıdır. Kameradaki objektif, ne görüyorsa onu ve olduğu gibi yansıtır. Yaşamdaki objektif ise, onu elinde tutanın tavrına koşut çalışır. Biz ona “nesnellik becerisi” diyoruz.
Rötuş, “photoshop”, renklendirme vs. teknikler, objektife müdahaledir ve düşünsel-estetik bir süreç sayesinde sanata dönüşebilir. Ama yaşamda olup biteni gösterirken ve oradan bir gelecek tasarımı yaparken, böylesi tekniklerin nasıl kullanıldığı, doğrudan doğruya demokrasi kalitesiyle ilgili bir soru ve sorundur.
Fotoğraf ve sinema gibi uzmanlık alanımıza girmeyen bir dalda, haddimizi aştık, bağışlansın. Bu olağanüstü iki sanatın yardımıyla, ahvale dair bir şeyler söyleme çabasındayız. Türkiye Cumhuriyeti'nin geleceğini belirleyecek Anayasa değişikliği için, TBMM’de hepimizin tanık olduğu bir süreç yaşandı, AKP ve MHP koalisyonuyla kabul edildi. Şimdi önümüzde bir “referandum” süreci var ve o güne dek bu konudan ayrılmayacağız.
Bir adım geri çekilip baktığımızda, önümüze sunulan kadrajın iktidar eliyle habire değiştirildiğini, bulanıklaştırıldığını, sorgusuz sualsiz itaat için elden gelenin yapıldığını görüyoruz. Sonucu, bedeli, muhasebesi düşünülmeden girişilen bu mesaiyi, belirleyen tek şey var: İktidarı yitirmeme güdüsü. Bu nedenle kavramlara takla attırılabiliyor, dün söylenen bugün unutuluveriyor. Kadraj doldurmak ya da “Toplum Mühendisliği”, adına ne dersek diyelim, iktidar olmanın tüm olanakları kullanılarak, kıyasıya ve asla vazgeçilmeyeceği kanıtlanmış biçimde yapılıyor. Vazgeçilemez, çünkü her türlü sınırın aşıldığı, durmanın, iktidarı yitirmek ve sonrasını göze almak olduğu bilinmektedir.
İktidar elbette kendi kadrajından dillendiremez, dillendirilmesine de, görüldüğü gibi izin veremez. Ama sorulmalıdır, bir ülkenin geleceğini belirleyecek olan Anayasa değişikliği, bir kişiye ya da temsil ettiği ideolojiye ve artık kaderini onların geleceğine bağlamışlara indirgenerek tartışılıp, sonuçlandırılabilir mi? Bunun çağdaş demokraside yeri var mı?
Bu soruyu, yalnızca iktidar cephesi adına sormuyoruz. İktidar cephesi, ne kadar kabul etmiyor görünürse görünsün, gerçeğin bu olduğunu bilmekte ve yarattığı algı cennetinde, durumu bu hale dönüştürmenin keyfini yaşamaktadır. Yaratılan vertigoda, hiçbir şeyin tartışılamaması, hatta bunu düşünecek zaman ve ortam bırakılmaması asal amaçtır. Buna yönelik en küçük işaretler bile, yeni bir hadise ve yeniden başlayan demagoji, manipülasyon, korkutma ve tehdit yağmuru altında silinmelidir. Kendinden önceki seksen yılı yok saydığı, çenesi düşük şımarıklarının ağzından kaçan “virgül, teneffüs, ara vb” saçmalıklarıyla afişe olan bir zihniyet, milat olarak kendini görmekte ve onaylanmasını beklemektedir. Dayattığı kadrajın arz ettiği fotoğraf budur ve fluluğu beceriksizliğin değil, tam tersi bilinçli bir taktiğin ürünüdür.
Bir soruyla, haftaya dek “virgül” atalım, şu değişiklikleri okuyan, hiç olmazsa çevresine anlatan var mı? Cumhuriyet için kaygı duymak, yurttaşlık görevini unutmayanların hakkıdır. Kişilere odaklı sistem ya da rejim tartışmasının olamayacağını, en iyi onlar bilir, bilmelidir.