Son iki yazımda mübadeleyi, Anadolu’nun asırlık birlikteliklerini “ayıran” karanlık ve menfaatçi güçleri yazmaya çalıştım. Konunun tarihsel anlatımları, bilimsel analizler zerre ilgilendirmiyor beni. Benim ilgilendiğim, güya “bilimsel” analizler değil, dünden bugüne düşüncelerini araştırmak, tartışmak, sorgulamak olanağı bulmuş bir gazeteci olarak, kafanızda, aynen benimkinde olduğu gibi sorular, meraklar oluşturmaktır.

Devletlerin ve at gözlüğü takmış cahil siyasetçilerin kelamlarını da dikkate almıyorum. Kimin kiminle hangi zeminde nasıl beraber olduğu da umurumda değil. Tamamen özgür irademle, duygu yoğunluğumla yazıyorum. Okuyan okur, anlamak isteyen anlar. Gerisi külliyen teferruattır benim için.

1923 mübadele şartlarını, 1923 ortamında anlamaya çalışmak kolaycılıktır. Bu trajediyi yaratan olaylar ve zorlayan kesimler olduğu açıktır ama içine sinmeden kabul edenler de olmuştur. 1838’den 1922’ye uzanan “Anadolu’yu tamamen ham yapma” projesini üretenler, Anadolu içinde, hatta devletin içinde de çeşitli türde “iş birlikçiler” bulacaklarını biliyorlardı. Çünkü 1838 Balta Limanı Antlaşması imzalandığında, zaten yanlarında az da olsa vardı bu iki yüzlü vatan hainleri.

İlmek ilmek dokudular… Balkanları kışkırtırken, Osmanlı’dan kopacak, özde kendilerine bağlı güya “bağımsız” devletler çıkacağını biliyorlardı. Bunu anlamayan sadece Osmanlı’nın gerçekten vatanseverleriydi. Düşünsenize, neden Avrupa’nın en sevmediği padişah II. Abdülhamit? Aynı Avrupalılar daha sonraları da Atatürk düşmanlarına, kendi topraklarında “çalışma” hakkı tanımışlardı, unutmayın!

Balkanlarda bağımsızlıklar, en çok da İngiliz sermayesiyle alınırken, yaklaşan fırtınalar da sinyal veriyordu ama nasıl anlaşılacaktı ki? Osmanlı, her şeyini kaptırmıştı İngiliz’e.

Zorunlu göçler başladığında, tarih de artık geri dönüşü olmayan öyküleri yaşatıyordu Osmanlı’ya.

Olan oldu… Emperyalizmin kurduğu oyun eksiksiz kondu sahneye.

Zavallı Yunanistan… Nasıl da kanmış İngiltere’ye…

Yunanistan kadar sıkıntı çeken bir “bağımsız” devlet var mı Osmanlı’dan kopan? Araştırın lütfen.

Balkan Savaşları’ydı, Dünya Savaşı’ydı, Anadolu’nun işgaliydi derken, sadece Yunan için “Küçük Asya Felaketi” de yaşandı.

Söyler misiniz bana İngiltere nerede “zarar” gördü? Ya ABD?

19 ve 20. asırlarda Türkler, Rumlar ve Ermeniler tarifsiz kayıp ve acılar yaşarken, bu acılara neden olan hangi devletler “kaybetti?” İngiliz Başbakanı’nın, Lozan’da, desteklediği Yunanistan’ın hezimete uğramasına rağmen, galip taraf Türkiye’ye günlerce küstahlık sergilemesinin sebeb-i hikmeti neydi? Bu ne yüzsüzlüktü, utanmazlıktı? Ama bugün bakıyoruz Yunan komşumuza, hâlâ İngiliz’in çürük ipiyle inmeye çalışıyor.

1923 mübadelesinin trajedisini devletler yaşamadı, milletler yaşadı. Anadolu’dan gidenler ve Anadolu’ya gelenler yaşadı, sosyal yaşamlar, ekonomiler alt üst oldu. Kolay mı ata yurdundan “kovulmak?”

İki anıt var gözümün önünde… İkisini de yakından gördüm. Bir de tablo var Kapadokya’dan.

Biri Midilli’de, diğeri pek yakında Buca’daki Kasaplar Meydanı’nda görülecek. İkisi de anlam yüklü. Yüreklerinde hâlâ toz kadar vicdanı olanlar, anıtlara baktığında, gözyaşlarını tutamaz.

Birkaç yıl önce Midilli’de, gazeteci meslektaşım Stratis Balaskas götürmüştü beni o kıyıya…

Kıyıda bir heykel… Bir kadın ve üç çocuğu. Heykel kaidesinde “Lesvos’tan Küçükasya (Anadolu) anasına onurla. Ekim 1989.” yazıyor. Şimdi bırakalım siyaseti ve dayatılan martavalları da biraz düşünelim. Heykeldeki o kadının gözlerine bakın. Hüzün var, şaşkınlık var, korku var ama baktığı yer, kovulduğu baba toprağı, doğduğu, sokaklarında oynadığı, evlendiği, anne olduğu yer… Bu kadın mı başlattı dünya savaşını, bu kadın mı imzaladı Mondros Antlaşması’nı, bu kadın mı işgal etti kendi toprağını, bu kadın mı yaktı doğduğu kenti?

Değil tabii. Ya o üç çocuk? Nasıl korkuyla bakıyorlar değil mi geldikleri “yabancı ele?”

Midilli’de duruyor o heykel. Gidenler baksın gözlere.

Ya gelenler? Gelenlerin, gidenlerden farkı ne? Onlar da bağlarından, bahçelerinden, mezarlarından ayrıldılar. Geldikleri yer de “yabancıydı.” Gelenler de, gidenler de ilk önceleri şüpheyle karşılandılar. Belki kandırıldılar, ayrıca acı çektiler.

Buca’da da bir anıt var açılacak bugünlerde. Birbirine Gordion düğümüyle bağlı ev kapısı ile anlatılmış mübadele trajedisi. Doğru ya… Biri Rum evinin “kapalı” kapısı diğeri Türk evinin kapalı kapısı. Bir daha açılmayacak şekilde, emperyalizmin kapattığı kapılar. Hem İzmir’de hem de karşı tarafta ne çok ev varmış değil mi? Bugün sadece Basmane’yi dolaşsanız ne çok yan yana “farklı” evler görürsünüz. Bir zamanlar ziyaret için, ikram için, hatır sormak için çalınan kapılar artık öyle bir düğümle kapatılmış ki… Aşkları, sevdaları yazmayacağım. Bir arada olan komşuların, hatır sormak için çaldıkları kapıları diyorum. İngiliz’in, Amerikalının, Fransız’ın “asla çalmadıkları” kapıları, nasıl şeytani bir duyguyla kapattıklarını artık anlamamız lazım.

Buca’daki heykelin heykeltıraşı bir Belarus vatandaşı, sanatçı Sergei Oganov. 1923’te yaşanan trajediyi nasıl araştırmış, okumuş anlamışsa, ortaya oldukça anlamlı bir sanat eseri çıkarmış. Adına da “The Doors of The Native Home” demiş. “Yerli evin kapıları” gibi. Ama adından çok o kapıların anlamı önemli galiba. Buca Kasaplar Meydanı’nda önemli bir sanat eseri olacak. Gönül gözleriyle bakan Bucalı, İzmirli mübadil torunları, nine ve dedelerinin doğdukları evlerin asla açılmayacak kapılarını hatırlayacak belki. Belki de dede ve ninelerinin, o kapılarla ilgili hatıraları çınlayacak kulaklarında. Bu salgın belası geçtikten sonra İzmir’e “suyun öte yanından” gelecek dostlar da, kendi soylarının hatıralarını hissedecek.

Heykeltıraş Türk değil, Rum da değil. Mübadele ile ilgisi de yok. Ama sanatını konuştururken bakın ne demiş; “Politik ve tarihi olaylar farklı olsa da, bu her şeyden önce insanlar için bir trajediydi. Benim için bütün erkekleri, kadınları, çocukları ve yaşlıları birleştirecek bir sembol bulmak çok önemliydi. İnsanlar, evlerini terk etmeye zorlandı. Ve kapıları kapanmış boş bir ev, hâlâ trajedinin ve acının sembolü. Ama farklı kültürlerin nesilleri arasındaki bağlantı bugün bile etkisini sürdürüyor.”

Sadece İzmir değil, tüm Anadolu etkilendi bu mübadeleden. İki tarafta da mübadele sırasında çok duygusal anların yaşandığı oldu. Soyu Kapadokya’ya ait bir sanatçı da, mübadelenin Kapadokya tarafını tablolaştırmış. Bu tablonun bir kopyası, İzmir Büyükşehir Belediyesi Buca Mübadele Anı Evi’nde duruyor. Dimitrios Katsikas adlı Kapadokyalı Rum’un yaptığı tablo mübadele sırasında Kapadokya’dan Türkler tarafından yolcu edilen Rumları resmediyor. Ama gözyaşları hâkim, ortak kültürün adeta haykırdığı bir tablo. Belki mübadele trajedisi başka türlü bu kadar anlamlı anlatılamaz. Dimitrios Katsikas’ı size başka yazıda yine yazacağım. Özellikle söylediği bir söz var ki… “Öğretmenim başka, ebem başka anlattı.” diyor.

Anladınız mı?

Bunca trajedinin üzerine, iki tarafta da emperyalistler hiç boş durmamış. İkinci Dünya Savaşı sonrası da güçlenen ABD, tamamen İngilizlerden öğrendikleri oyunculukla hem Türkiye hem de Yunanistan eğitimi sistemlerine sızmışlar. Tabii yerli iş birlikçilerin yardımıyla.

Onları da yazacağım…

İnanın “yazacak” konu çok… Mevcut siyasetlerin ve yaratılan güncel sorunların çözümsüzlüğü bana ne yazık ki “tarihin tekerrürünü” hissettiriyor. İzmir’de öyle ilginç mahfillerde öyle “acayip” konular konuşuluyor ki… Bazen dar katılımlı “online” bazen de “ilginç salonlarda.” Büyük bir ısrar var “İzmir” üzerine. Ama bir o kadar da “insanlık” kokan çalışmalar sürüyor.

Size önümüzdeki günlerde bir de “Vali Rahmi” yazacağım… Çok kızanlar olacak, biliyorum.

Peki ben, bugüne kadar bana kızanlara ne dedim?

“Kızanlar dondurma yesin!”

***

Şubat ayı soğuk ay

Bazı doğumlar olmasa, şubat ayını hiç sevmeyeceğim. Fakat ay işte, yılın ikinci ve kısa ayı.

Tarihte neler olmuş bakmak lazım, bazılarını da yazmak hatırlatmak lazım. En önemli olay da İktisat Kongresi.

Ancak, başlığa rağmen bazı notları da koyup salıyı kapatmak gerekiyor bugün. Cuma’ya size bir eğitim garipliği yazacağım tarihten. Geçen hafta Hisarönü’ndeki “Belediye Binası’na” gittim. Pencerelere baktım. O binanın pencerelerinden, gerçekten görülenler farklı. Başkan Soyer hiç çıkmasın o binadan. O binada tarihin talihi var belki de. O merdivenler, oda kapıları, tavanlar “bir şeyler söylüyor” ama henüz oturup dinleyemedim. Demek ki neymiş, bir yazı daha yazılacakmış. Lakin önce bazı “bilenlere” danışmam lazım.

Her ne kadar gündemden düştüyse de, her ne kadar “üvey evlat” konumundaysa da depremzedeler, hayatlarında garip şeyler oluyor. Hak ihlalleri, durumlarıyla dalga geçmeler, hak kayıpları. Cuma’ya size bazı bilgiler derliyorum. Bakalım Vali Köşger, bunları biliyor mu? Bayraklı Kaymakamı zaten kayıp, bir de sosyal medya platformları var ki, sanırsınız gelecek seçimlere hazırlanıyorlar. Bu ortamların “özellikle oluşturulma” olasılığı yüksek. Çünkü hava şu: “Aman devletle bozuşmayalım, aman biz kavga etmeyelim…” Peki siz öyle yapın, ben kavgaya devam ediyorum. O inşaat firmaları “insanlığı” öğreninceye kadar “babamı tanımam.” Bayraklı’nın “bazı” muhtarları da gereksiz havaya girmiş. Bayraklı Belediyesi ve meclis üyeleri meydanı boş bırakınca, meydan “garip düşünceli” insanlara kaldı. Öyle ki, bazıları deprem ilçesinde oturmuyor olsa da, deprem konusunda ahkâm kesmeyi maharet sanıyor.

Şubat ayı zor ay… Kısa mısa ama yazılar da hem nalına hem mıhına olacak.