Yarın 30 Ocak. 1923 Nüfus Mübadelesi'nin yıl dönümü. İşin hep “duygusal” yanını, tahta bavulları falan konuşuyoruz ama dedelerin, ninelerin anılarından daha önemli arka plan var. Bunları nasıl ve ne zaman konuşacağız bilmiyorum.

Çok eski çağlarda; devlet devlete, ülke ülkeye kızar, ordusunu toplarmış. İki ordu bir alanda karşılaşır, kim yenerse yenilenin ülkesini alırmış. Devran dönmüş, zaman değişmiş. Dünyada, adına “denge” denen acayiplikler icat olmuş. Her şeyin başı “paraymış” ama bu kez “para” ana egemen olmuş. “Parası olan düdüğü çalar” misali ordular, sistemler zenginliğiyle ölçülür olmuş. “İnsan” dahi “para” ile alınan, satılan bir “mal” imiş. Elinde “iktidar” olanın “parası” kadar hükmetme hakkı varmış. Para bitince de “iktidar” yok olurmuş. Arada “fakir fukara, garip guraba” isyan edip, “hak hukuk” falan dermiş ama sonunda kazanan hep “paralılar” olurmuş. Bu “paralılar” bazen “fakir fukaranın, garip gurabanın” hakkını, ekmeğini “savunuyormuş” gibi yaparmış ama kimse bilmezmiş bunun da bir “denge oyunu” olduğunu. Fetihler, galibiyetler hep “para”, daha sonraki adıyla “ekonomik üstünlük” için kazanılır ya da yapılırmış.

Devran değişe değişe, değişmeyen tek şey “fukaralık”, çaresizlik olmuş.

Osmanlı, büyük devletmiş. Fetihler yapmış, dev bir imparatorluk olmuş. Ama değişen devranı anlayamamış. Sanmış ki, Osmanlı “hoşgörüsüne” sadık olan farklılıklar ihaneti düşünmez. Ama gözden kaçırdığı gerçek “ekonomiymiş.”

Dünya değiştikçe ihtiyaçlar da artmış. Yetmez olmuş bulundukları yerler. Düşünmüşler ve “yolu” bulmuşlar. Daha çok “para” için daha güçlü “ekonomi” için, inançlar “kullanılacak”, asker “kullanılacak.” Daha zengin olabilmek için yalan söylenecek, tarih uydurulacak, dine ayar verilecek. Toprakları zengin ama kendisi fakir ve ihtiyaç içindeki devletlere “az para verilecek” “hürriyet” vaat edilecek ve ülkeler, halklar bunlara inanacak. Fakat bir şey daha lazımmış. Hedef alınan ülkelerin içinden, kendileri gibi "daha zengin” olmak isteyenler ayartılıp, kandırılıp, eline de üç beş kuruş sıkıştırılıp kendi halkının değil, kendine para verenin emrine girecekmiş.

Basit anlatıyorum belki. Ama işin “bilimselliği” benim görevim değil. Yarın 30 Ocak. 1923 Nüfus Mübadelesi'nin yıl dönümü. İşin hep “duygusal” yanını, tahta bavulları falan konuşuyoruz ama dedelerin, ninelerin anılarından daha önemli arka plan var. Bunları nasıl ve ne zaman konuşacağız bilmiyorum.

Avrupa kabuk değiştirmeye başlayalı, Anadolu hiç huzur görmemiş. Mesela “tebaa-i sadıka” denen Ermeniler sanki “buhar olmuş”, uçmuş doğdukları topraklardan. Hâlâ 1915’i “anlayamadık”. Ama korkunç bir düşmanlık devam ediyor. Ve bu düşmanlığı sürekli pompalayan ülkeler de belli.

Ama neden Almanların, Anadolu’da “koloni kurma” sevdalarını konuşmuyoruz? İttihat ve Terakki’yi ikna ederek, Ermenileri kışkırtarak ve belki de onları örgütleyip silahlandırarak kanlı süreci başlattıkları olasılığını neden araştırmıyoruz? Almanların, Anadolu’da kendi kolonilerini kurmak için, Ermenileri Anadolu dışına itmek istemeleri neden hiç gündem olmadı? Neden örneğin Anadolu’daki “Maden ilçesi” dikkatimizi çekmiyor?

Almanlar bunu yaparken, İngilizler durmuş mu? Rus ve Amerikalılar, Fransızlar, İtalyanlar durmuş mu?

Balkan savaşlarıyla Anadolu’ya doğru başlayan Müslüman göçlerini de masaya yatırmak lazım. Anadolu’da Alman emperyalizmi çalışırken, İngilizler de Balkanlar'da çalışıyordu. Asırlar boyu yan yana yaşayan halklar, nasıl bu kadar çabuk ve kolay düşman oldular acaba birbirlerine?

Hemen söyleyeyim, Osmanlı Devleti’ne öylesine hâkim olmuşlardı ki, ne asayiş kalmıştı ne devlet-i âliyye mahremiyeti! Paşaların taraflılığı, Düyun-u Umumiye terörü, iç isyanlar, İstanbul’un bile merkezinde terör hadiseleri. İngiliz liralarıyla kurulan çeşitli “etnik” örgütler.

Ekonomisi batan ya da “dışa muhtaç” olan hangi devlet ayakta kalabilir ki?

Osmanlı’nın topraklarından birçok devlet doğarken, bu doğumların nedenini sadece “milliyetçilikle” anlatmak eksik bence. Milliyetçiliği körükleyen emperyalist çabalar, Osmanlı Devleti’nin kendi iç asayişsizliği ve batışa sürüklenişi de işin içindedir.

Savaşlar, mütarekeler, işgal ve kurtuluş derken Anadolu için, 1922 ile 1925 arasında yaşanan dramatik süreçleri düşünmemek olabilir mi? Anadolu Rumlarını, Yunanistan Türklerini, ata topraklarından eden sebepleri tamamen emperyalizm yarattı. Balkan göçlerini yaşayıp İzmir’e gelenler ve İzmir’deki biçare, fukara Türkler, Almanların da çabasıyla “Rum düşmanı” olurken, İngiliz ajanlarının ve İngiliz iş birlikçisi öğretmen, papaz, iş insanı Yunanların çabalarıyla da İzmir’in yerli Rumları, Ermenileri “Türk düşmanı” etti.

1922’de Türk ordusu İzmir’e girdiğinde, havada sadece “düşmanlık” ve “intikam” kokusu vardı. On yılların kininin vahşi bir şekilde kusulduğu zamandır bu zaman. İzmir araştırmacısı Yaşar Ürük, “1922 Yangını Ve Türkler’in Zararı” adlı bir yazı yayımladı geçenlerde. Okumak isteyen kentyasam.com sitesinden okuyabilir. Yazıyı okuduktan sonra bir kez daha emin oldum ki, eylül başından itibaren İzmir’de müthiş bir panik var, başıbozukluk var. Kim kime dum duma yani! Yaşar Ürük, 1 Eylül 1922’den itibaren notlar yayımlamış. Bence 1-10 Eylül arası bugün gerçekten muamma. Kayıt yok, arşiv yok, anılar tartışmalı, rivayetlerse pek çok ve kafa karıştırıyor. Bu tarihler arasından çıkardığım soruları yazsam köşem yetmez inanın.

İşte Lozan’da “mübadele” zorunluluğunun nedenleri, bence İzmir’in 1-10 Eylül 1922 tarihlerinde yatıyor.

Mübadele olmalı mıydı? Evet olmalıydı…

Çünkü neresinden bakarsanız bakın, iki tarafın da hayatları tehlikedeydi. İşgal haftasında bazı yerli Rumların, Yunan askerini kışkırtıp hedef göstermesi, her türlü cinayet, talan, yağma ve tecavüzün tekrarı, 1-10 Eylül’de Rum ve Ermenilere yapıldı. İşte emperyalizmin ve özellikle de İngiltere’nin zaferi buradadır. On yıllardır Türkiye-Yunanistan devletleri “dost” değilse, nedeni emperyalizmin kararındadır.

Mübadele konusunu her iki taraf da saklamadan, gizlemeden ve ebedi barış ve kardeşlik adına masaya yatırmalı. Konuşmalı, tartışmalı, sonuca varmalı.

Çünkü mübadele acısını yaşayanların ruhları bunları bekliyor bizden. Lakin insanlık tarihinin değişmeyen “filler tepişir, çimenler ezilir” gerçeği ne zaman yok olur? İşte onu bilmemiz mümkün değil!

Sizden ricam “mübadele” konulu fotoğrafta mübadillerin çoluk çocuk “gözlerine” bakın… Anlayacaksınız!

***

O Pencere

Hisarönü’ndeki eski belediye binasını bilirsiniz. Yakın zamana kadar Parlamenterler Birliği İzmir Şubesi’nin de olduğu, üzerinde kocaman “BELEDİYE” yazan bu binayı hepimiz görmüşüzdür ama pek ayrıntı bilmeyiz.

İzmir Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreteri Dr. Buğra Gökçe, geçtiğimiz günlerde sosyal medyasında bir fotoğrafını paylaştı. Yeni makam odasının arkaya bakan penceresinin önünde çekilmiş fotoğraf. Ne görülüyor fotoğrafta? Önde Kızlarağası Han’ın çatı kısmı, Kemeraltı, ilerilerde Varyant ve Eşrefpaşa civarı…

Ne müthiş bir fotoğraf…

İzmir Belediyesi’nin “ilk resmi binasının” penceresinden, İzmir Belediyesi’nin ikinci adamı, 2 asırdır “yok sayılan arka sıralara” ama “kadim İzmir’e” bakıyor. Ben, bu fotoğraf hakkında iki saat konuşurum ama kim dinler bilemem.

Buğra Gökçe’yi 2014’ten beri tanıyorum. Bir önceki başkanımız Aziz Kocaoğlu abim Balçova’da bir öğle yemeğinde tanıştırmıştı. O gün bu gündür çok severim, sayarım, ciddiye ve dikkate alırım. Başkanımız Tunç Soyer’in de nasıl güvendiğini ve birlikte nasıl mücadele ettiklerine tanıklığım var. Ama ben size Buğra Gökçe’yi değil, o fotoğraflardaki Tunç Soyer ve Buğra Gökçe’yi yazacağım. Tabii bina ile birlikte, kapısıyla, penceresiyle.

Bir önceki yazıda Osmanlı’nın, değişen dünya koşullarını anlayamadığını yazdım ama devletin zaman zaman “anlayabilmek” için nasıl çaba gösterdiğini de yazmalıyım. Belediye idarelerinin kurulması buna kanıttır mesela. Erkan Serçe hocamızın “İzmir Belediye Tarihi” kitabı var, iki cilt ve APİKAM tarafından yayımlandı. Onun birinci cildinde, İzmir’de belediye kurulma süreci ayrıntısıyla, bilimsel ve kaynaklarıyla anlatılıyor. Merak eden varsa APİKAM’dan satın alabilir.

Hisarönü’ndeki “Belediye Binası”, 28 Ağustos 1891’de hizmete açılmış. Binanın mimarı da Evstratios Emmanuel Kalonaris isimli Tinos’lu Rum mimar. (Şimdi bunu yazdım ya, umarım cahiller ordusu çıkıp da şarlamazlar, “Rumların binasında başkan oturur mu?” diye!)

İzmir Belediye İdaresi'nin öyküsü pek bir ilginç.

Abdülaziz 25 Kasım 1867’de izin veriyor, 23 Eylül 1868’de kuruluyor, 1879’da ikiye ayrılıp Karşıyaka’da ikinci belediye kuruluyor, 1888’de ise yeniden birleştiriliyor. Ama 28 Ağustos 1891’de “merasimle” yeni binasında hizmete başlıyor ki, o gün bugündür hizmet durmuyor halka. Tabii bir de “ilk hatıra” var. Açılış günü Vali Halil Rıfat Paşa, belediyeciler, İzmir’in her renk halk önderleri toplanıyorlar kapının önünde ve bir fotoğraf çektiriyorlar.

Ben çok istemiştim 150. yılda bu fotoğrafın tekrarını. Başkan, Vali ve İzmir’in tüm renkleri. Olamadı. Başkan Tunç Soyer’i, 130 yıl sonra aynı kapıda yalnız görünce bir garip oldum. Ama dünyadaki örnekleri gibi Başkan'ın, bu kadim hatıra binanın önünde, binayı sahiplenir görünümüne de pek sevindim. Hele Genel Sekreter Buğra Gökçe’nin “baktığı” yerler o kadar önemli ki. Kızlarağası Han’dan ötede görülen her karış toprak, asırlardır hep ikinci planda görülmüş. O binada eski zamanlarda oturanların yetki ve sorumlulukları, o çeperlere etki mi etmiyordu yoksa “başka etkenler mi” vardı ayrıca yazarım. Ancak Sayın Başkan’ın her fırsatta vurguladığı, Sayın Gökçe’nin de kafasında kurguladığı plan ve projeler, belki değil inanarak yazıyorum, o fotoğrafta ötelerde görülen kadim alanları pırıl pırıl aydınlatacak.

Eski değil İzmir’in ilk belediye binası, yeniden “belediye” oldu ki, bunun İzmir tarafından farkına varılması gerekiyor. O çevre mutlaka değişecek. Hisar Camii’ne ana caddeden girişte, soldaki kazulet imarları verenleri Allah’a havale ederken, o binada başkanlık etmiş eskilerin vatanseverlerini rahmetle anıyorum.

Aslında Konak’taki binayı da yıkmak beni düşündürüyor. Acaba “makam” ilk belediye kalsa, meclis ve idare de meydanda, güçlendirilmiş, yeniden kurtarılmış bina olsa? Teknolojimiz buna yeter bence…

İlk fırsatta ben de gidip “bildiğim” bir noktadan çekeceğim fotoğrafı. İşte o fotoğrafın üzerine neler yazarım bilemem artık.

İzmir’in “emanetlerine” sahip çıkmasına seviniyorum. Hani deprem dedik, korktuk ama bir musibet bin nasihatten iyidir galiba. Deprem olmasaydı, Buğra Gökçe “o pencereden” bakıp, bildiğini görebilir miydi? Ya Başkan, İzmir’in güzel ama gizemli geçmişinin bir emanetinin önünde böyle gülümseyebilir miydi? Ne demiştik? Şimdi #İzmirZamanı!

NOT: Salı günü bu köşede iki anıtı anlatacağım. Mübadeleye devam yani. Anıtlardan biri Midilli’de diğeri Buca’da. İki anıtın anlamına erersek bir daha yaşamayız böyle dramlar. Çünkü ne gördüklerimiz ne bildiklerimiz tam!