Toplumuzda insanlar her an inancını dışavurma ya da sorgulama, başka deyişle kanıtlama ya da dayatma yarışına girişir oldu. Devletin en tepesindekiler, dinle hiçbir ilgisi olmayan açılış konuşmalarına “Ya Allaaah, bismillah!” diye başlıyor. Oysa “inanç da gizlidir kabahat de” gibi güzel bir özdeyişimiz var. Kökeni büyük olasılıkla yüzyıllara dayanan bu uyarı, her alanda olduğu gibi, inançta da alçakgönüllülüğü dile getirir. “Ben dindarım” diye yüksek sesle övünmekse, bunun tam tersine, içtenliği kanıtlanamayan bir gösteriştir.
Laikleşememiş toplumlarda, bu kişisel “mahremiyet” ilkesi genelde uygulanamıyor. Kaldı ki bizim kullandığımız Arapça kökenli “din” ile Hıristiyanların Latince (religion) kökenli “religion” sözcükleri “bağ” anlamını taşır. Bu da kişi ile tanrı arasında kurulan gizli inanç bağıdır. Keşke bu ülkede “inanç” pazarlaması gibi “laiklik” sözcüğü de unutulsa!
Nitekim yüzyıllardır laikleşmiş Batı toplumlarında, bugün “laik” sözcüğünü bilmeyenlere rastlayabilirsiniz. Bunu doğal karşılamak gerek, çünkü “laiklik” ilkesi yüzyıllardır herkesçe özümsenmiş ve uygar yaşam biçimine dönüşmüş olduğundan, onu anlatan sözcük de tartışma dışı kalmıştır. Kaldı ki “gâvur” diye nitelediğimiz insanlar laiklik nedeniyle dinlerinden kopmuş değillerdir. Oysa bizde son yıllarda “ateizm”in hızla yayıldığı gözleniyor.
İster istemez “Bu sorun nasıl çözülür?” denilecek kuşkusuz. İçinde bulunduğumuz koşullarda, elbette ki çözülemez: Yıllardır, gerek yöneticiler, gerek onları kullanan egemen sınıflar, gerekse yönetilen kesimlerin büyük çoğunluğu din sömürüsünü özümsemiş bulunuyor. Belirli aralıklarla yinelenen “dostlar alışverişte görsün” türü basmakalıp seçimlerle, hiçbir şey düzelmiyor, daha da kötüleşiyor. Çünkü her seferinde “atı alan Üsküdar’ı geçiyor”.
Bütün iş, laiklikten yana kesimlerin, halkın 'toplum psikolojisi'sini ve ikna edilme koşullarını ortaya koyabilecek, yaratıcı ve içtenlikli yöntemler geliştirmesinde. Hiç kuşkusuz dünyanın kimi partileri de, bu anlamda olumlu ve başarılı sayılacak örnekler vermişlerdir. Ama başvurdukları çoğu girişimler de pek işe yaramıyor.
Söz gelimi Kılıçdaroğlu’nun öncülük ettiği “adalet yürüyüşü” ile İyi Parti’ye ödünç verdiği 15 milletvekili olayı çok alkışlandı. Ama Enis Berberoğlu salıverilmediği gibi, üstüne üstlük Eren Erdem de aynı hukuksuzlukla tutuklandı. Ayrıca son seçimlerde CHP’nin oyları artacağı yerde, düştü. Şöyle de düşünülebilir: Bu iki etkinlik olmasaydı, oylar biraz daha azalmış olabilirdi. Bu daha da kötü ya.
Başta Kılıçdaroğlu olmak üzere, CHP yöneticileri, göz boyamaktan ve topluma (daha çok da yandaşlarına) geçici umutlar aşılamaktan başka hiç etkisi olmayacak güncel tartışma konularıyla yetiniyor ve sürekli yerinde sayıyor. Bu gidişle sittin sene iktidara gelemeyeceklerini düşünmüyorlar ya da düşünmek istemiyorlar; bu yönde yapılan eleştirilere de kulaklarını tıkıyorlar.
CHP’nin görevi, yok edilmiş olan Cumhuriyet devrimlerini yeniden topluma benimsetmek ve kazandırmaktır; başta da “laiklik devrimi”... Bunun mırın kırın edilecek bir yanı kalmadı. CHP yöneticileri bilmem kaçıncı kez “Biz her türlü seçime hazırız” diyor. Otomatiğe bağlanmış gibi… Kısacası o da artık sıradan bir parti oldu. Bu durumda aydınlanma, partilerin hiçbirine bırakılamayacak denli önemlidir. Sözde aydınlarsa, hiçbir sorumluluk taşımadan, hep partileri eleştirip durdular.
Sonuçta şu seslenişte bulunmanın hiç de yersiz olmayacağını düşünüyorum: “Ey AKP, ey CHP! ABD ne Atatürk’ü, ne de kurduğu Cumhuriyet’i içine sindirebildi. Ortadoğu’da öteden beri tasarladığı B.O.P. ve 'yeşil kuşak' bağlamında Türkiye’ye yeni gerçeklik yaratmaya çalıştı. Seçim oyunlarıyla, biriniz sürekli kazanarak, öbürünüz sürekli kaybederek el ele verdiniz, san Amca’nızı sevindirdiniz.
Göz göre göre”.