Bir ülkede, en başta da laiklik konusunda, din karşıtı komünist parti ile din adını taşıyan sağcı parti arasında hiçbir görüş ayrılığı yoksa, bu durum çağdaş demokrasinin ortak paydasıdır: Birincisi dinsizliği, ikincisi de dini kullanmaz. Aynı şey anayasa, yasalar, hukuk, basın-yayın gibi kurumların işletilmesinde de geçerlidir. Temel ilkelere uymakta kişiler ve kurumlar arasında bir karşıtlaşma söz konusu olmaz. Özetlersem, bu, özgürlük ve insan haklarının kullanılabildiği geri döndürülemez bir toplumsal yaşam biçimidir.
19 Mayıs 1919’da Atatürk’ün Samsun’da Ulusal Kurtuluş Savaşı'na ilk adımı attığında bütün Osmanlı basını padişahçıydı, tam anlamında adı konulmamış bir “mütareke basını”ydı (Bu sıfat, daha çok Kuva-i Milliye eylemleri ve Ulusal Kurtulmuş Savaşı yıllarında kullanılmaya başlamıştır). Mütareke basını, Batılı yayılımcıların Sevr dayatmasını Padişah’ın bir utkusu gibi göstermede birleşiyor ya da birleşmek zorunda kalıyordu. Ama ne zaman ki padişahlık yıkılmış, Türkiye Cumhuriyeti kurulup kökleşmiş ve devrimler birbiri ardına gerçekleşmeye başlamış, o zaman ümmetçi Osmanlı basını sözde laik basına dönüşmek zorunda kalmış, “hak güçlünündür” kuralı gereğince de, hemen hepsi Atatürkçü (!) kesilmiştir.
Bilinenleri yinelememek için, 40'lı yıllardan başlayan ve 2000'li yılların başına değin artarak süren laiklik karşıtı baskıları geçiyor, en azından şu kadarını not etmekle yetiniyorum: Özal yönetimiyle birlikte sömürgen dinci odaklarla eski dinsiz ve maksist-leninist-maoist liboşların koalisyonu, söz yerindeyse, Tayyip iktidarını şaha kaldırmıştır. Bu hızla tam bir karşı-devrim koşulları yaratılmıştır. Artık, yalnızca iyi-kötü işleyen demokrasimiz değil, aynı zamanda Cumhuriyetimizin uygarlık yolundaki kazanımları da yerle bir edilmiştir. Bu, Osmanlı yönetim anlayışına bir tür “geri-dönüşüm devrimi”dir. Bir AKP milletvekili zahmet edip bilinen bu gerçekliği kendi ağzından şöyle dile getirmiştir: “Adalet ve Kalkınma Partisi olarak biz hep karşı-devrimci olmuşuzdur”. “Hak güçlünündür” kuralı bu kez, Cumhuriyet başlangıcındakinin tersine işlemiş ve ulusal Türk basını yeniden “mütareke basını tıynetine rücu etmiştir”.
Ne var ki bu geri-dönüşüm yalnızca üst-yapısaldır. Oysa Atatürk devriminin alt yapısı uygar insan bilinciyle kurulmuştur. Başka deyişle, adına ister tek adam yönetimi, ister buyurganlık, ister faşizm, ne derseniz deyin, bu gibi içi boş düzenlerden kaynaklanan tüm baskılara karşın, bir toplumda uygarlığın ve demokrasinin alt-yapısını oluşturan insan kitlesi alttan alta çoğalmasını sürdürdükçe, bu kitlenin gelişmişlik düzeyi geriye gitmedikçe (ki olayın özü gereği böyle bir şey olmaz), Atatürk’ün gerçekleştirmiş olduğu insancıl yatırımın sonuçları yok edilemez. Birçok kimse sık sık şu benzetmeyi paylaşıyor: “Uygarlık bir nehir gibidir, geri dürüşü yoktur”. İlerledikçe çoğalan bir akımdır, bir yayılımdır uygarlık da. Cumhuriyet devrimlerinden kaynaklanan bu kitle bilinci, egemen kesimlerin tekelleştirdiği medya desteğine karşın, etkinliğini genişleterek sürdürüyor; toplumun damarlarına, kılcal damarlarına yayılıyor. Cumhuriyet’in 95. yılı kutlamaları, bir kez daha, bu yayılımın somut bir göstergesi olmuştur.
SONUÇ: Buyurgan yönetimlerin en vazgeçilmez besin kaynağı hiç kuşkusuz, adına “medya” denilen kitle iletişim araçlarıdır. Onların güdümündeki uydumcu (konformist) patron ve çalışanları, uygarlığı öz varlıklarında ete kemiğe dönüştürememiş olduklarından, gerek Osmanlı, gerekse çağdaş Türkiye Cumhuriyeti döneminde, egemen güçlere bağımlılığı bir ayrıcalık saymıştır. Onlar için önemli olan, ne arkalarını döndükleri yüksek değerler, ne de insanlığın (bu arada kendi çocuklarının!) yazgısıdır.
Varsa yoksa, “burada ve şimdi” (hic et nunc) edindikleri ün ve maddi kazançtır.