Pandemi bahanesiyle iyice saçmalayan bakış açıları ve yaklaşımlarla karşı karşıyayız. Bazıları bizi emperyalizmin yönlendirdiği geri kalmış cahil toplumlara döndürmeye çalışsa da bizim temelimiz sağlam. Öyle “hocacı” ya da “bilmem neci” takımların 70 yıldır uydurduğu tarihi ben çoktan reddetmişim. Ama yakın tarihte ve yine mayıs ayında olan bir ihaneti de hatırlatmayı görev sayıyorum.

Başlıktaki “unutma” gerçek değil aslında. Damarlara basma isteğimden geliyor bu. Ama İzmir ve mayıs yanyana gelince ne yazık ki tarihteki “kasvetli” günler de gerçek.

Biri 15 Mayıs 1919, diğeri 2 Mayıs 2011.

İkisi de İzmir’in havasından, özgürlüğünden, dik başlılığından hoşlanmayanların “düğmeye” bastıkları tarih.

15 Mayıs 1919’a daha var. Daha çok yazacağım. Hele 15 Mayıs konulu yazımda sizinle, çok özel fotoğraflar da paylaşacağım. Aslında bildiğiniz fotoğraflar, farkı sadece “son durumları”. Ve tabii ki “dayatılan emperyalist havaya da” asla boyun eğmeden bir yazı olacak. Tarihçi dostlarımı, tarihe ilgi duyan gençleri tetiklemek için biraz da. Özellikle İngiliz ve Amerikan üsluplu “15 Mayıs” anlatımlarının neye mal olduğunu yazıp bol da küfür yiyeceğim. Ve her küfrü de onur telakki edeceğim!

Pandemi bahanesiyle iyice saçmalayan bakış açıları ve yaklaşımlarla karşı karşıyayız. Bazıları bizi emperyalizmin yönlendirdiği geri kalmış cahil toplumlara döndürmeye çalışsa da bizim temelimiz sağlam. Öyle “hocacı” ya da “bilmem neci” takımların 70 yıldır uydurduğu tarihi ben çoktan reddetmişim.

Ama yakın tarihte ve yine mayıs ayında olan bir ihaneti de hatırlatmayı görev sayıyorum. Öte yandan, son yazılarımdan dolayı bana dolaylı haber yollayan “resmi” ya da “siyasi” şahsiyetlere de bir cümle cevap vereyim. Bendeniz “tarih” yazmıyorum “tarihe” yazıyorum! Umarım anlamıştır beynini kiraya veren şahsiyetler! Bu konuya son paragrafta yine döneceğim.

2 Mayıs 2011 sabahını hatırlayan var mı?

Medyanın “son dakika” anonslarıyla verdiği haberi hatırlayan?

“Polis İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne operasyon düzenledi!”

Vay vay vay…

Yıllarca süren zulüm… Gerçek “kumpas”!

Belediyenin onca bürokratına, halk tarafından seçilmiş başkanına görülmedik eziyet.

15 Mayıs 1919 “kafasında” bir yaklaşım. Hani sadece Hrisostomos gelmemişti o gün belediyenin önüne…

Aziz Kocaoğlu’nun 2009 seçimlerindeki başarısını hazmedemeyen “evrensel çetenin” üstelik bir de “çete” suçlamasıyla tezgahladığı ve tabii ki zamanın hükumetini de “kandırdığı” eşi benzeri görülmemiş kirli tezgâh!

Öyle ya da böyle sanılmıştı ki İzmir, o güruha boyun eğecek! Eğmedi… Zaten İzmir ne zaman “boyun eğmişti ki”, İzmir tarihin de etmemişti ki “kula kulluk”. Onca ihaneti, kıyımı, yangını, depremi, göçü, işgali görmüştü de vazgeçmemişti “özgürlük havasından”!

Başkan Aziz Kocaoğlu dik durdu, belediye dik durdu, ilçe belediyeler, basın, halk hep dik durdu.

Sonra bir bakıldı ki, İzmir’de oynanan kirli oyun, 15 Temmuz’da “kanlı tezgâha” dönüşmüş.

Devletin kılcallarına kadar sızmasına “müsaade” edilen, “ne istedilerse verilen” sözde “kardeşler” tıpkı 15 Mayıs 1919’un yerli iş birlikçileri gibi sırtından hançerledi “iktidardaki kardeşlerini”!

2 Mayıs 2011’de başlayan süreçte İzmir, 15 Temmuz 2016’da da Türkiye bedel ödedi, ödüyor.

Ne yazık ki 2011 rezaletini, beyinlerinin arkalarından geçirenlerle dolu İzmir. Demedi demeyin, o haince darbeyi de zulmü de kendi akıbetlerine hayra döndürmeyi düşünenler öyle şeyler konuşuyorlar ki, yazsam inanmazsınız. O hain çete dağıldı ama ne yazık ki “yöntemlerini” ciddiye alanlar hala var.

Bugün İzmir’deki, özellikle belediye başkanlarının, çok ama çok dikkatli olmaları şart. Tek yapmaları gereken olmazsa olmaz, her fırsatta doğrudan yurttaşlarla birlikte olmaları. Bilmem anlatabiliyor muyum?

Ben “tarih” yazmıyorum derken sanılmasın ki tarih bilmiyorum. Kimse kusura bakmasın, kendine “tarihçi” diyen bazılarından daha fazla “objektif ve mukayeseli tarih metodolojisi” yöntemine sahibim. Adımın önünde “akademik sözler” yoksa da bu benim şahsi tercihimdi. 40 yıla yaklaşan gazeteciliğimde de bu yöntem yaşam biçimim oldu.

Yıllardır 2 Mayıs 2011 hatırlanmıyor. İşte ben de hatırlattım. Bu da “tarihe işaret” koymaktır.

15 Mayıs ise bence ciddi utançlarla dolu kapkara bir gün. Ama o kapkara gün, 16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan Samsun’a doğru bir aydınlık doğmasına neden oldu. Lakin ısrar ve iddia ediyorum bazı “güçler” bizim 15 Mayıs 1919 ile 9 Eylül 1922 arasını “gerçekten” öğrenmemizi istemediler. Kahramanlarımızı da kayıplarımızı da tam bilmiyoruz. Son zamanlarda kahramanların “unutulduğunu” iddia edenlere de acı acı gülüyorum. 

15 Mayıs’ın öncesi, İtalyanların “fırdöndüleri”, Hrisostomos, Rahmetullah Efendi ve Stargiadis konuları. İlk kurşun ve katledilenlerin kimlikleri, İzmirli Yahudilerin işgale bakışları, karıştırılan Rum ve Yunanlar, İzmirli Ermeniler'in “farkları”. İşgal sonrası da o şüpheli günler, İngilizler'in birden bire “Yunanları satması”, Amerikan konsolosunun akıl almaz düşmanlıkları, Türk ordusu İzmir’e girmeden, yerli bazı İzmirliler'in, otellerde falan ilginç toplantıları, İzmir yangınından İngiliz parmağının olup olmadığı, Nurettin Paşa’nın önlenemeyen kin ve vahşetleri, yangından sonra yıllarca ortada kalan arazilerden “abad” olanlar, fuarın inşaatından “bilmediklerimiz”, fuar inşaatından sadece atlar mı “çatladı” yoksa “başka numaralar” döndü mü? İzmir polisinin “yangın alanındaki” operasyonları…

Daha yazayım mı?

Peki bizim meşhur “İnkılap Tarihimiz” ne yazıyor? Kimler yazmış o kitapları? Neden bazı kahramanlarımız “az” bazıları “abartılı” yazılmış?

Dedim ya benim derdim, 2022 gelmeden bazı dikkatleri çekmek. İnanırsınız inanmazsınız siz bilirsiniz. Ama İzmir madem 10 bin yaşındaki bir kent, o halde bunu artık biz masaya yatırmalıyız. Rivayetlerle, hamasetlerle, bilmen ne vakıflarının yaydığı düşmanlık tohumları ve bütçeleriyle çocuklarımıza İzmir bırakamayız.

Yazacak konu çok… Ama bakıyorum “heyecan” yok…

Benim de adım “Hasan Tahsin” ise rahat durursam namerdim!

Ne demiş Mevlâna? “(…) Dünle gitti cancağzım / Ne kadar söz varsa düne ait / Şimdi yeni şeyler söylemek lazım...”

***

Mayısta daha neler var neler?

Mayıs ayı deyip geçmemek lazım…

14 Mayıs 1950 var mesela… “Her mahallede bir milyoner yaratmak” için geçilen “çok partili demokratik yaşam”. İstiklal Savaşı verip muzaffer olmuş Türkiye’nin 1945’ten itibaren “Amerikan eksenindeki” kırılmaları ve belki de “hapı yuttuğumuz” 14 Mayıs 1950. Türkiye’de “toprak reformu neden yapılmadı” diye soranlara, 14 Mayıs 1950’de bir toprak ağasının “başvekil olmasını” nasıl anlatırız bilmem ki?

Ya 1959’un Mayıs ayı? Araştırın bakalım “çok partili demokrat” sistemimizin başındaki parti, nasıl “anti demokratik” yöntemlerle muhalefeti sindirmeye çalışıyor? Ben yazmayayım siz araştırın. Ama en çok neye yanarım biliyor musunuz? Rahmetli Adnan Menderes’i “astıranların”, 1946-1960 arası nasıl desteklediklerinin tartışılmaması! Onca “Amerikan rüyası” acaba rahmetlinin son gününde gözlerinin önünden nasıl geçti? Sahi o ilk askeri darbe de Mayıs'ta, 27 Mayıs 1960’ta olmuştu. 27 Mayıs’ın katlettiği üç siyasetçiye karşı, dikkat buyurun, üç üniversiteli genç de 6 Mayıs 1972’de katledildi. 1971 darbesi de bu gençleri aldı götürdü sonsuzluğa. Menderes’e de Zorlu’ya da Polatkan’a da Gezmiş’e de İnan ve Aslan’a da yazık oldu. Türkiye’ye de silinmeyecek “utanç” oldu bu 6 idam.

Ya 1977’nin 1 Mayıs’ı?

Onca masumun hunharca katledildiği Taksim Meydanı? Kim neyi amaçlamıştı bu dökülen kandan? 1922’de “hesabı kapatmayan” ABD İzmir Konsolosu Horton, ülkesine döndüğünde nasıl yalanla dolanla düşmanlığı resmileştirdi acaba? Ama biz Anadolu’nun onca ineğine, keçisine, koyununa önem vermek yerine, uyduruk Amerikan süt tozlarıyla yetindik. Utanmadık Amerika’ya şarkılar bile söyledik. 6. Filo'nun önünde namaz kılanlar da oldu değil mi?

Dedim ya, mayıs ayı çok ilginç çok… Sanki sadece 19 Mayıs var kasvetli olmayan…

Varsa benim unuttuğum, siz yazıverin alta yorum olarak.