Aile, toplumun temel taşı olarak kabul edilir ve tarih boyunca pek çok kültürde kutsal bir kurum olarak yüceltilmiştir. Bu kutsallaştırma, çoğu zaman ailenin bekası ve huzuru için gerekli görülen katı roller ve davranış kalıplarını da beraberinde getirmiştir. Özellikle kadın, bu kutsal yapının merkezine konumlandırılarak, geleneksel olarak çizilen rollerle sıkı sıkıya ilişkilendirilmiştir.

"Ailenin kutsallığı” söylemi, yıllardır kadının omuzlarına süslü cümlelere sarılmış ağır bir sorumluluk olarak bırakılıyor. Oysa aileyi kutsallaştırmak, onu kimsenin üzerine yıkmak anlamına gelmez; tam tersine, yükü paylaşarak güçlendirmek demektir. Kadının rolünü yalnızca ev içiyle sınırlamak, onun potansiyelini değil, aslında toplumun potansiyelini de daraltır. Çünkü kadının özgür olduğu yerde çocuklar daha mutlu, aile daha sağlam, toplum daha ilericidir. hiçbir toplum, nüfusunun yarısına “senin yerin burası” diyerek ileri gidemez. Kadını eve hapseden anlayış, aileyi korumaz; aksine, tek kanadı kırık bir kuş gibi uçmaya zorlar.Elbette aile değerlidir, elbette kutsanabilir… Ama kutsiyet, kadınların görmezden gelindiği ya da rollerinin dikte edildiği bir zeminde doğmaz. Bir aile, kadın ve erkeğin omuz omuza, birbirinin hayallerine aynı oranda hak tanıdığı bir yapıda güçlü olur.


Ailenin "kutsal" olarak nitelendirilmesi, bireylerin özerkliğinden ziyade, ailenin uyumunu ve sürekliliğini öncelikleyen bir anlayışı doğurur. Bu kutsallık, genellikle ailenin dış etkilere karşı bir kale gibi korunması gerektiği inancını besler. Bu çerçevede, her üyenin üzerine düşeni yapması beklenir ve bu toplumsal sözleşmenin en ağır yükü, genellikle kadının omuzlarına yüklenir. Kadın, çoğu zaman aile ocağının bekçisi, şefkat kaynağı ve değerlerin aktarıcısı olarak yüceltilir. Bu yüceltme, görünüşte onurlu olsa da, pratik hayatta onun ev içi alanla sınırlandırılmasına ve kişisel hedeflerinden feragat etmesine yönelik güçlü bir beklenti yaratır. Geleneksel aile yapılarında kadının rolü, ağırlıklı olarak şu üç temel alan üzerine kuruludur. Kadın, neslin devamı ve çocukların yetiştirilmesi konusunda birincil sorumlu olarak görülür. "İyi anne" veya "fedakar eş" figürü, ailenin kutsallığı söyleminin ayrılmaz bir parçasıdır. Ev işlerinin, yemek yapımından temizliğe, ücretsiz ve görünmez emeğin alanı olarak kadına ait olduğu kabul edilir. Kadın, ailenin duygusal dengesini sağlayan, anlaşmazlıkları çözen ve ailenin ahlaki standartlarını koruyan kişi olarak tanımlanır. Bu roller, kadını değişime kapalı ve sürekli fedakarlık eden bir pozisyona iter. Kadının toplumdaki veya iş hayatındaki başarısı, aile içindeki bu rollerini aksatmadığı sürece kabul görebilir. Aksi takdirde, ailenin "kutsallığını" bozduğu veya görevini ihmal ettiği yönünde ağır eleştirilere maruz kalabilir.


Günümüzde, ailenin kutsallığı kavramı ve buna bağlı kadın rolleri, eğitim, ekonomik bağımsızlık ve toplumsal bilinç artışıyla ciddi bir dönüşüm geçiriyor. Artık bireyin kendi potansiyelini gerçekleştirme hakkı, ailenin katı yapısının önüne geçmeye başlıyor. Ev işleri ve çocuk bakımı, sadece kadının görevi olmaktan çıkıp, ortak sorumluluk alanına doğru ilerliyor. Kadın, artık sadece evin içinde değil; iş hayatında, siyasette ve bilimde de aktif bir özne olarak yer alıyor. Ailenin kutsallığı, kutsallıktan arındırılmalı ya da yeniden tanımlanmalıdır. Eğer bir kurum kutsal addedilecekse, bu kutsallık; eşitliğe, karşılıklı saygıya, bireysel özgürlüklere ve her iki cinsiyetin de potansiyelini gerçekleştirmesine olanak tanıyan bir yapıdan gelmelidir. Kadını geleneksel bir kafese hapseden, fedakarlığı tek taraflı bekleyen bir kutsallık anlayışı, ne aileye ne de topluma uzun vadede huzur getirecektir.