Dolar fırladı.
Bize ne?
Biz işimizi Türk Lirası ile görüyoruz...
Bir kısım insanımızda mantık aynen bu.

***

“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” deyişine uygun yaşamlar sürmeye başladığımızdan bu yana kendi içimize iyice kapandık.
Çoğumuzun elinde bin liranın altında olmayan telefonlar var.
Üstelik hepsi akıllı.
Öylesine akıllılar ki, bizi bile esir almayı başardılar.

***

Otobüse biniyoruz, herkesin elinde telefon.
Bıraktım ulaşımı, evde bile yanımızdan bir an ayrılamıyoruz.
Beş dakikada bir kontrol ediyoruz.
Biz mi telefonu kontrol ediyoruz, telefon mi bizi kontrol ediyor orası muamma.

***

16 yıldır Türkiye'yi yönetenler, 16 yılı muhalefet anlayışı ile eleştirip, aslında hiç yapmayacakları vaatleri sıralıyorlar, alkışlıyoruz.
Alkışlamak ne kelime, salonu dolduranlar çığlık çığlığa.
Sanırsınız 16 yıldır muhalefette idiler, bu kadar sorunu biz yarattık, şimdi gelip kurtaracaklar.

***

Takım tutar gibi parti tutunca, ekonomik ve sosyolojik olarak nerede durduğumuzu bilemeyince, iktidardan kurtulmak için yine iktidara sarılıyorsunuz.
Bilimsel adı da var bunun.
23 Ağustos 1973 günü banka şubesine giren soyguncular, banka görevlisi 3 kadını esir aldılar.
6 günün sonunda polis içeriye gaz püskürterek soygunu sonlandırdı.
Rehineler, soyguncuların aleyhine tanıklık etmeye yanaşmadı.
Yetmedi, aralarında para toplayıp soyguncuların savunmalarına destek oldular.
Hatta hapisten çıktıktan sonra ailecek görüştüler.
Bitmedi...
Rehinelerden biri, soygunculardan biriyle evlendi.
Bu olaydan yola çıkan psikologlar olayı derinlemesine inceledi.
Sonucunda rehinelerde yaşanan bu bozukluğa “Stockholm Sendromu” adını verdiler.

***

Bizde de durum bu ahvalde.
Cebimizdeki parayı pul eden, ruhumuza işsizlik korkusu yerleştiren, bir KHK ile yüzlerce insanı işsiz bırakan, yolsuzluğu ayyuka çıkmış bakanları koruyan kollayan iktidarın, kendisini eleştirip, çözümün kendisi olduğu sözlerini çılgınca alkışlıyoruz.
Tıpkı, yönettiğimizi sandığımız akıllı telefonların aslında bizi yönetmesi gibi.

***

Gülümseyeceğinizi umduğum bir olayla yazımı noktalayayım.
Bir Fransız, bir Alman ve bir Türk müzede Adem ile Havva Cennet Bahçesine isimli tabloya bakıyorlarmış.
Alman: “Bedenlerinin kusursuzluğuna bakar mısınız? Adem ile Havva mutlaka Alman olmalı” demiş.
Fransız Alman'a karşı çıkmış.
“Havva ne kadar güzel, Adem ne kadar yakışıklı. Bu denli çekici olduklarına göre, hiç kuşkusuz Fransız olmalılar” demiş.
Türk, tabloyu uzun uzun inceledikten sonra kararını açıklamış:
“Bunlar kesin Türk'tür. Üstte yok, başta yok. Elmadan başka yiyecek yok. Ama hala kendilerini cennette sanıyorlar...”

***

Kıssadan hisse:
Kendimizi akıllı sanıyoruz ama değiliz.
Kendimizi tok sanıyoruz ama değiliz.
Oysa biz böyle de değiliz...