Asla sorgulamayacağım değerlerim ve hatta inançlarım gün geçtikçe azalıyor. “Rahmanilerin” gözümüzün önünde, kulağımızın dibinde “şeytanileştiğine” şahit oluyorum da, elimden bir şey gelmiyor. Oysa şöyle sağ elimin avuç içini, suratlarının ortasına indirmek var da “edep ya hû” diye, sayıları da o kadar çok ki! Aman diyeyim bu satırlarımı “siyasi” telakki edip de “Hasan Tahsin sadece iktidara kızıyor” demeyin. Kızgınlığım ve isyanım alayına. Çünkü iktidar, hata üzerine hata, kibir üzerine kibir sergilerken muhalefet tam anlamıyla millete dayanmadı! Zira tüm yanlışları, riya ve kibri, umursamazlığı, duyarsızlığı sadece adı “AKP” olan teşkilatın kurumları yapmıyor. İktidara kızdığım kadar, çok hatayı da “dost” bildiklerim yapıyor.

Neresinden bakarsanız bakın, iyice yalnızlaştığımız dünyada, “dost” gibi dostlar da çok az artık. Oysa hepi topu 20 yıl önce, bayramlarımız “bayram” gibiydi. Arkadaşlarımız, dostlarımız, akrabalarımız, komşularımız hep hayatımızın içindeydi. Benim yaştakilerin çocukluk ve gençlik anıları, söylemekle bitmez ama, çocuk ve torunlarımızın yarınlarda konuşacakları anılar galiba çok az olacak.

Dayanışma, paylaşma, yardımlaşma duyguları sadece anılarda artık, yalan mı? “Yokluk” ve “varlık” kavramları da tartışmalı artık. Kimin yok, kimin var belli değil. Sanki herbirimiz sanal alemin hayal aktörleriyiz. Sanal yaşıyor, sanal harcıyor hatta sanal ölüyoruz.

Korona illeti devam ederken, dünyada nelerin değiştiğini anlayamayan, yarınları öngöremeyen sözde” büyüklerimizin” rahmetli Hacivat-Karagöz’e parmak ısırtacak “kapışmalarıyla” yarınları tasarlamaya uğraşıyoruz.

Bu yazıyı okuyacakların bazıları, telefon açıp, yok mesaj yazıp, “ne oluyor yine” diye soracaklar. Aslında olan, olmakta olan o kadar çok ki. Lakin hangisini, hangisinden ayırabilirim? Hangisine öncelik verip yazayım, anlatayım? Hangimizin beyninde maddi, yüreğinde manevi sızılar yok ki? Geçenlerde bir tanışla söyleşirken, konu memleketin zenginlerinin arsızlığına, gerçek fukaranın da gururlu oluşuna geldi. Oysa konuşulacak mesele değildi bu. Çünkü tarih boyunca zenginler, kibrin, zalimliğin sembolüydü. Fakirler ise tarih boyunca, “öte dünyadaki” cennet bahçelerinin hayaliyle, hayatlarını yaşayamadan, sessizce göçenlerdi. Çok yakınımdan bir “fakir” vardı bir zamanlar. İki kadehten sonra “gücüme gidiyor böyle yaşamak” derdi.

Aradan çok zaman geçti anladım, “kibir ve zulüm” her şeyini almış, aldatmış, kandırmıştı. O zengin olmayı hayal ederken, olduğundan daha fukara düşmüştü. “Gücüne giden” yaşam mıydı yoksa çok sonra fark ettiği “aldanmışlığı mıydı” bilemem. Ama “gücüme gidiyor böyle yaşamak” diye diye öldü.

Örneğin hemen herkesin sıkça dillendirdiği “kul hakkı” diye bir kavram bir anlayış var. Nedir “kul hakkı”? Dinlerin hemen tamamında benzer anlamlı söylemler var. Lakin yine tarih boyunca zengin ve güçlü olanlar, ancak belki de “ölürken” anlamışlardı kul hakkını. Örneğin hayatı boyunca tefecilik yapmış, can yakıp beddua almış biri, çok yaşlandığında vicdan azabından mıdır bilinmez birdenbire cami, okul falan yaptırırken hangi amacı gütmüştü ki? Ya da hayatını ahlaksızlıktan kazanan biri, onca “kulun” ahını alıp, canını yakıp hastane inşa edince “iyi insan” olabiliyor mu gerçekte ya da manevi alemde? Düşünsenize, 80 yıllık yaşamının 20 yaşından itibaren 60 yılının 40 yılında her gün bir beddua alsa, son 20 yılda da her gün “hayır dua” işitse ne olur? Allah bilir elbette! Derhal bir imam, bir papaz veya bir haham bulup sormam lazım bu soruyu!

Kasım ayına girdik… Yeni yıla az kaldı. Yeni yıl dünyada nelere sebep olur bilemem ama, gördüğüm ve derinden hissettiğim tüm evreni etkileyecek dev bir ekonomik açlık geldi geliyor. Bir çuval unu değersiz görüp, ruhunu bir torba çimentoya satanlar yüzünden hayatımız kararacak. Sefalet belki de oğulu babaya, anayı kıza, kardeşi kardeşe düşman edecek. Paylaşma duygusu da sistemi de yok artık. Evrensel tefecilerin, bankaların, sanal kumarhanelerin boyunduruğunda bir insanlık serüvenine döndü dünya. Eskiden rüyalara giren “dedeler de” yok, mahallelerde “deliler de”. Velilerle delilerin olmadığı bu hayat sizce nasıl anlamlandırılır ki?

Borcundan dolayı sıkıntı çekene gönülden yardım edilirdi. Şimdi? “Gönülden” bankaya yollanıyor. Dikkat edin en fazla “parasızlık” kelamları edenler yine “zenginler”! Öylelerini tanıyorum ki, çalışanlarına kuruşla para verip, gözyaşlarıyla tatile gidiyor. Kasım ayına bu duygu ve düşüncelerle giriyorum. Şükür ki kibrim de yok, zalim de değilim.

Lakin insani isyanın eşiğindeyim.

İyisi mi, evrensel barış, ulusal huzur için mevcut tüm anlayışları tasfiye edip bir “dünya yurttaşlığı” peşine mi düşsem? Yaşayacağım zaman yaşadığım kadar olmayacak biliyorum. Ancak Hazreti Mevlana’nın dediği gibi “yeni şeyler söylemek lazım cancağızlarım” demek istiyorum. Çünkü bugüne kadar yazıp söylediklerimi, çıkarına tehdit gören kim varsa hedefindeyim. Özellikle de “rahmani” görünüp “şeytanilikte” marka olanların!

Yeni ayda “yeni şeyler” yazabilir miyim bilemem. “Tebdili mekanda ferahlık” vardır da diyebilirim. Ama yeni ayın ilk günü Hazreti Mevlana’ya bırakayım son sözü burada: “Her gün bir yerden göçmek ne iyi. / Her gün bir yere konmak ne güzel. / Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş. / Dünle beraber gitti, cancağızım, /Ne kadar söz varsa düne ait. /Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.”

Bekleyin can dostlarım...

***

DEPREM OLMUŞ DA NE OLMUŞ?

Dolu dolu bir yıl...

Anlaşılan veya anlaşılamayan ya da özellikle anlaşılsın istenmeyen acılar. O ilk gün, o uğultu ve toz bulutları. Çığlıklar ve can kayıpları. Kurtarma mucizeleri, siyasi şovlar, vaatler, yıkımlar derken... Bir yıl sonra lakabı “hayalet” olan bir ilçe Bayraklı! Deprem dahil Bayraklı’da oturmaktan vazgeçmeyenler, artık gördüklerine inanmıyor, duyduklarına aldanmıyor. Bir kez daha sessizce izledim cumartesi günü...

Ortalarda dolaşanların çoğu “depremzede” değildi... Depremzedeler, hele de saat 14.51’de itfaiye sirenleri çalarken sessizce gözlerinden yaş akıttılar... Bir yıl önce o gün sabahtan gördüklerini, öpüp kokladıklarını, öğle olunca nasıl kaybettiklerini yaşadılar bir daha...

Peki yakıştı mı “bir” olmamak?

Yakıştı mı sayın iktidar? Sayın Müftü? Sayın Kaymakam? Sayın Vali? Neden Büyükşehir Belediyesi’nin ayrımsız tüm depremzedeler için yaptığı etkinliğe Vali Bey katılmadı? Boş bırakılan koltuklar, uçurulan beyaz balonlar sadece CHP ya da İYİ Partili depremzede ölüler için miydi? Neden AKP, bu kadar kibir ve kendini beğenmişlikle devleti idare ediyor? Ya o yapılan konutların çatılarındaki “kubbeler” neyin nesi? Şehircilik Bakanlığı neden “kendi kafasına” iş yapıyor? Depremzedelere konut mu yapılıyor yoksa Araplara medrese mi? Yahu böyle bir mimari hangi Asya ülkesinde Arap ülkesinde? Bu kadar yabancı mı AKP İzmir’e İzmir kültürüne? Zaten haksızlıkları “hak” diye gösterip uygulama yapıyorlar bir yıldır, bari mimaride biraz “bilenlere” sorsunlar. Halk, hükümetin “marabası mı” Sayın Murat Kurum? Depremzedelere ev yapmışlar, yol taraflarında pencere yok! İnanmayan gitsin Kızılan Kan Merkezi yanına görsün. Reis-i Cumhur hazretleri “ev dağıtımını” ertelemiş? Neden acaba? Ankara’dan gelip edepsizliği hizmet sayan bir firma olabilir mi nedeni? Sayın Kerem Ali Sürekli her iddiaya “yalan yanlış” diyeceğine, konuşmadan önce bir dinlemeli. Mesleği müteahhitlik olanları “kılavuz” kabul ettikçe hükümet Bayraklı’da alkışlanmayacak! Kendileri parayla adam tutup alkış duyabilirler.

Neden “afet bölgesi” ilan edilmedi? Neden memleketin tüm pastasını arsızca yiyen müteahhitlerden mesela 5’er milyon dolar bağış alınıp, depremzedelere bedelsiz ev yapılmadı? “Hasan Tahsin taraf tutuyor” dediler durdular bir yıldır. Evet “tarafım”. Tunç Soyer’in ve İzmir’in tarafındayım. Depremi siyasete ve ticarete alet edenlerin mi tarafında duracağım? Asla... Baştan ayağı vahşi kapitalizmle zulmettiler hepimize. O tepesinde saçma sapan kubbeler olan yapıları da gerçekte kimler için inşa ediyorlar, bir iki yılda göreceğiz. Aklım almıyor, daha inşaatlar sürüyor, kimin hangi evde oturacağı belli değil ama “hak sahibi” olacakların bazılarına “evinizi 800 binden hemen alalım” teklifleri gidiyor. Yıkım kararı verilen kentsel dönüşüm binalarında, parası olmayanlara “hakkını devret sana 400 bin vereyim” diyenler arttı. Emsal artışı müteahhitlere yeni “el ovuşturma” hakkı verdi.

Ve İzmir’in depremselliği yine gündem olamadı. İzmir Büyükşehir Belediyesi yaptığı çalıştay ve uygulamalarla, deprem gerçeğine karşı planlar hazırlamaya çalışıyor yapayalnız! Sonuç? Gerçekler yine örtüldü... Bakalım 2022’nin 30 Ekim’inde sirenler çalacak mı? Herkes depremi, konuşuyor ama kimse depremzedeleri dinlemiyor! Ha yine kızacak varsa satırlarıma, uğrasın bana da dondurma ısmarlayayım!

***

KAFAMA TAKILDI...

- Kasım ayına girdik. 10 Kasım Ebedi önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ölüm günü. Bakalım nasıl anacağız? Özeleştiri mi yapacağız yoksa yalanlarımızı, talanlarımızı “Atatürk'ü unutmadık” palavrasının ardına mı gizleyeceğiz?

- Yoğunluktan fark edemiyoruz galiba. Kemeraltı “hassasiyeti mi” çıktı birden? Fakat o kadar eksik o kadar yanlış ve o kadar samimiyetsiz ki? Şu çirkin AVM’de kahve içerken “Kemeraltı edebiyatı” parçalamak da bizim Punta ruhlu kimliksizlerin işi olur ancak. Yahu efendiler! Kemeraltı dediğiniz bir “aşçılık merkezi” değil. Kemeraltı’nın ruhunda sadece “tıkınmak” ve “içmek” yoktur. Orası yaşamın ticaret, ibadet, dayanışma, paylaşma değerlerini yücelten bir yerdi. Anlayabiliyor musunuz? Bırakın bu İstanbul kafasıyla İzmir’i dizayn etmeyi. Kemeraltı’nı önce “aydınlatalım” sonra yemek de yeriz, şerbet de içeriz!

- Kafama takıldı, 3 Kasım 2002’den bugüne, AKP hükümetleri, kendi akrabalarından kaç kişiyi “devlete alıp” abad etti? Arşivde bir tarama mı yapsam yoksa sevgili Serdar Öztürk üstadıma mı sorsam?