Bir yandan sol düşüncenin insanlığa armağan ettiği tüm kavram, değer ve ürünlerini tepe tepe, eğe büke, işine geldiğince kullanacaksın, bir yandan solu hayatın dışına sürmeye, halkın gözünden düşürmeye çalışıp, bu uğurda en vahşi yöntemleri uygulamaktan kaçınmayacaksın. Rengi ne olursa olsun, yelpazenin hangi dilimini temsil ettiğini söylerse söylesin, sağ düşünce ile savunucularının korku ve sefaletinin özeti budur.
Vatan millet, din mezhep, fetva hamaset soslu nutuk ve uygulamalarla 60 yıldır bir ülkeyi nöbetleşe yönetip, “gerçeği ve yalnızca gerçeği” söylemeye çalışan solu, çapsız ve ruhsuz temsilcilerinin aymazlık ve işbirliği sayesinde kötürümleştirdikten sonra; başın her sıkıştığında sola saldırmak da, ülkemiz sağının bir başka encamıdır.

Bu fotoğrafta, çıktığı yumurtayı beğenmeyen civciv misali dolaşıp, dünya görüşünün temelindeki diyalektiği toprağının gerçeğiyle buluşturamayanların payı vardır. Aydın sorumluluğu ile liboş savrulmaları birbirine karıştırıp, hayattan ve sokaktan uzaktaki sosyetelerinde yaşamayı erdem sayanların vebali vardır. “Aynı dili konuşmanız, aynı şeylerden söz ettiğiniz anlamına gelmez. Siz kendi gerçeğinizi anlamak, anlatmak, bir teklif ve temenniye dönüştürmek zorundasınız” dediğimizde, “zamanın ruhu, konjonktür, politika” gevelemeleriyle yanıt vermeye çalışanların, aynı hataları bin kere yapmaktan vaz geçmeyenlerin katkısı vardır. Verilen, verilmesi gereken mücadeleyi, “sen ben bizim oğlan” toplaşmalarına, anı ve slogan seanslarında enerji boşaltmaya, zaten çok az kalmış matbuat ve ekranları, hem nalına-hem mıhına cevvalliklere heba etmeye indirgeyenlerin, egemene kahkaha attırmaları ve “Bana gerek yok” huzuru yaşatmaları vardır. Muhalefete muhalefet etmeyi efelik sananlar, kurmaya çalıştığı koalisyonların kime hizmet ettiğini düşünemeyenler, siyasi mücadeleyi laf yetiştirmeye ve magazine indirenler diye bu listeyi uzatmak kolaydır. Bu fotoğrafta şiirini sanayi sitelerinden, romanını gecekondu semtlerinden, sinemasını belediye otobüslerinden, heykelini yoksulluk ve yoksunluklardan, tiyatrosunu gerçeklerden, şarkısını hayattan kaçırıp, kof bireyselliklerle, saçma soyutlamalarla, insansız sızlanmalarla oyalanmayı “sanat” sananların payını unutmuyoruz.

650 yıl bir ailenin egemenliğinde yaşamanın, toplumsal genlerdeki payı da unutulamaz elbette. Kuldan birey, ümmetten ulus yaratmanın kolay olduğunu da kimse söylemiyor. Ama örneğin Cumhuriyetin ilk 15-20 yıllık sürecini, ruhunu, sözünü ve ne yapmak istediğini anlayıp anlatmak için; “parantez içi” saymaya kalkıp, bu ülkeyi geriye düşürmeye çalışanların pervasızlığı kadar bir cesaret gerekiyor. Sol tarih bilinci, işte tam da bunun içindir. Tarihi tüm olumlu ve olumsuzluklarıyla bilmek, atılmış her çağdaş adımı, gelecek tasarımının esini ve itici gücü olarak kabul etmek gerekiyor. 1919’u ve 1923’ü bu bilinçle sahiplenmemek, bu tarihlerin 100. yılını rövanş ve geriye dönüştürme vesilesi olarak görenlere hizmet etmektir. Solun bunu anlaması için, sağ daha ne yapsın, ne söylesin? Kendi içlerindeki farklılıklardan, ayrı düşmelerinden, koltuk ve ikbal savaşımlarından medet ummak size de paradoks ve tuhaflık olarak gelmiyor mu? 60 yıldır bu tür kavgalarından medet umarken, zamanı geldiğinde kucaklaşıvermelerini ve el birliğiyle üstüne yüründüğünü, sol daha kaç kez yaşamak ve anlamak zorundadır? Bir ülkeye daha kaç faşist darbe, kaç FETÖ, kaç kışkırtma, kaç MC Hükümeti, Anayasayı, kurumları, eğitimden ekonomiye hayatı geriye düşürecek kaç müdahale, kaç çete, kaç yalan, cehalet ve gözyaşı gerekir, tüm bunları anlamak için? Asal değerlerini savunup, bir teklif ve temenni silsilesi olarak halka umutlar, sevinçler, aydınlıklar demeti olarak sunmak varken, kamunun aklına emperyalizmin tezgâhı etnik bölücülük geliyorsa, suç sadece bundan medet uman ve propaganda makinasını acımasızca işleten sağın mıdır?

Yarın 1 MAYIS. Yaşasın emeğimiz, yurtseverliğimiz, barışımız, kardeşliğimiz diyeceğiz. Yaşasın demokrasi, insan hakları, bilim, sanat diyeceğiz. Ama bunları da düşünmeliyiz. Çünkü bizim ülkemizden, ülkemizin bizden başka kimsesi ve yitirilecek zamanı yok.